Monday 16 December 2013

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz


Soğuğun yüzleri kesmeye iyiden iyiye başladığı, aman evladım atkısız, beresiz çıkmayasın, diye annelerden bol bol öğütlerin alındığı akşamlardan biriydi. Biz de sanat fedakarlıktır düsturundan hareketle soğuğa aldırmadan Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesine gittik. Üstelik süresi üç saate yaklaşan bir oyunu izlemek üzere. Sanki geri dönmek kolaymışçasına. Bir de bunlara oyunun izlediği en güzel oyun olduğunu söyleyip bize eşlik eden arkadaşın oluşturduğu beklentiyi eklersek, salona büyük ümitlerle geldiğimiz daha anlaşılır olur. Biletleri günler öncesinden bitiren kalabalık, oyunu izlemeye hazırdı.



Hepimizin aşina olduğu, bir şekilde duyduğu bir eser oldu artık Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz. Bunda en büyük pay tabii ki Aziz Nesin'e ait; çünkü eser ilk olarak bir radyo oyunu olarak yazılmasına karşın sırasıyla sahne oyunu,sinema filmi, çizgi roman, televizyon filmi ve roman olarak uyarlanmış*. Yıllardır da Kenan Işık'ın yönetmenliğinde Şehir Tiyatrolarında sahneleniyor. Ne anlatıyor dersek, babasıyla beraber okula kayıt yaptırmaya giden Yaşar'ın nüfus kağıdı olmadığı için kaydı yapılamaz. Bunun üzerine baba-oğul nüfus müdürlüğüne gidilir. Fakat o da ne? Yaşar kütükte ölü gözükmektedir. Yani Yaşar devletin kayıtlarına göre yaşamıyordur. Yaşar'ın uzun mücadelesi işte buradan itibaren başlar. Devlet ondan alacak bir şeyi olduğunda Yaşar'ı yaşar kabul ederken sıra Yaşar'ın alacaklarına geldiğinde Yaşar yaşamaz olur. Evlenemez, askere gidemez, gitse terhis olamaz, vergisini öder ama mirasçı olamaz. Bunlara karşı derviş sabrıyla mücadele eden Yaşar'ın nezdinde Türkiye'deki bürokrasi ve memur zihniyeti trajikomik şekilde anlatılır. Olayların gelişmesiyle kendini hapiste bulan Yaşar yaşa-yama-dığı hayattan büyük tecrübeler elde eder. O artık sistemin açıklarını bilen, devletin de üstünde bir karabasan olan ''Kara Kaplı Nizami Bey'' olmuştur. Onu bu hale getiren ise, Yaşar'ın kendisi değil, rüşvetçi memurlardan, çıkarcı avukatlar ve benzerlerinden oluşan ağır aksak giden bürokrasidir.


Yazılalı elli sene olmuş olsa da gelişimini tamamlayamamış her ülkede bu tarz durumlarla karşılaşılabilir. Ve her sistem kendi Kara Kaplı'sını çıkarmaya adaydır.



Gelelim sahne performansına. Bir kere bu kadar hacimli bir senaryonun oyuna dökülmesi oldukça zor bir iş olsa gerek. Çünkü bu hem oyuncuları hem izleyicileri yoruyor. Sahneler arasında bazen bütünlük olmuyor ve zorlama bölümler ortaya çıkıyor. Belki başka etkenler de vardır ancak bu zorluk oyunun temposuna ciddi anlamda etki etmiş. Tempo, birkaç istisna dışında seyirciyi coşturacak seviyeye gelemedi. Her ne kadar müzikli bir oyun olarak tanımlanmış olsa da müziklerin oyuna bir şeyler katmak şöyle dursun seyirciyi sıktığını ve oyundan uzaklaştırdığını düşünüyorum. Oyuncu performansları açısından bakarsak genel olarak oyuna sinmiş enerji eksikliğini burada da görmek mümkün. Bir tek Hasibe Eren'in hakkını teslim etmeden geçmemek gerektiğini belirtelim.



Benim üzerimden oluşan etkisi hayal kııklığı oldu diyebilirim. Hem yıllar önce de olsa önce kitabı okumuş olmam, hem başta anlattığım fedakarlıklarım hem de nedense oluşmuş yüksek beklentinin karşılanamaması başlıca sebepler. İlla bir niteleme yapacak olursak vasatın üzerine çıkmış ama eksik bir şeyler var diyebileceğimiz bir oyun.
Oyundan birkaç sahne










Monday 2 December 2013

500 Days of Summer: Aşka Dair Pek Çok Şey

Sıradan bir romantik komedi, sıradan bir aşk hikayesi değil, kurgusuyla seyirciyi baştan başa sürükleyen acıklı ve bu yüzden gerçek bir hikaye. Herkesin kendine dair bir şeyler bulabileceği yeri gelip belki dersler çıkartacağı bir film 500 Days Of Summer. Esas oğlan Tom ve esas kızımız Summer tebrik-teselli kartları yazan bir şirkette çalışmaktayken ortaya çıkan aşk kıvılcımları onları bir ilişkinin içine sürükler. Ancak aşka, ilişkiye bakışları yönünden aralarında uçurum bulunmaktadır. Tom gerçek aşkı ve mutluluğu hayatına doğru kişi girdiğinde bulacağına inanırken, maviş gözlü kızımız Summer bu kavramlardan oldukça uzaktır. Tabii ki de bu kişilerin ilişkilerinin de her daim farklı şiddetlerde deprem etkisiyle sarsılmasında, sallanmasında şaşıracak bir şey yok.Burada Hollywood'dan veya Amerikan dizilerinden alışkın olduğumuz üzere bir -ilişkimize ad koymayalım, hazır hissetmiyorum- durumu söz konusu. Film bunları bize anlatırken doğrusal olmayan bir şekilde ilerliyor. Yani bir ortadan, bir sondan, bir baştan veya daha farklı biçimde. Böylece de 500 günün içinde, onların zihinlerinde, kalplerinde yaşadıkları gel-gitlere izleyici olarak katılıyoruz ki bu da canlılığı ve sürükleyiciliği sağlayan önemli bir faktör. Ön planda olan Tom, yeri geldiğinde dünyanın en mutlu veya en ümitsiz insanı olabiliyor. Bu noktaya klişe demek haksızlık olur çünkü filmin vermek istediği bir gerçeklik duygusu var ve zaten senaristler bir esinlenme sonucu bunu yazıyorlar*.



     Güzellikleriyle (bkz. Summer), hoşluklarıyla, göndermeleriyle dimağlarımıza pek çok farklı tat bırakan filmimizin diğer bir dikkat çekilesi noktası da soundtrack lar olduğunu da söylemeden geçmeyelim. The Smiths zaten gözümüze sokulurken, çalan Fransızca şarkılar romantik filmlerin olmazsa olmazı olarak yer alıyorlar. Filmin ortasındaki Tom'un başlattığı koreografi tam anlamıyla eğlencenin zirvesi. Bunun yanında Reality-Exceptations sahnesi hem oyunculuk açısından hem de verdiği mesaj yönünden unutulmaz.

   

      Kısacası 95 dakikanın içerisine aşk hayatının mutlu ve acı anlarını, hoş bir vakit geçirmemizi sağlayarak sığdıran, ağlatırken güldüren bir film var karşımızda.Üstüne yapılacak bir dolu eleştiri ve buradan yola çıkarak aşka dair yazılacak çok şey var. Kesinlikle tavsiye edilir ancak izlenilen zamandaki ruh haline göre her bünyede farklı etkisi olur bizden söylemesi.



Yapım Yılı: 2009
Yönetmen: Marc Webb
Oyuncular: Zooey Dechanel, Joseph Gordon-Levitt
İMDB Puanı: 7.8 
 Benim Puanım:8/10




*Senaristlerden Scott Neustadter filmin gerçek bir aşk hikâyesine dayandığını belirtmiştir. Neustadter, Summer karakterinin esin kaynağı kızla 2002 yılında “London School of Economics”de öğrenciyken, kötü bir ayrılıktan çıkmışken tanıştığını ve öpücüklerine karşılık veren fakat heyecanına karşılık vermeyen bu kıza hemen “delice, çılgınca ve umutsuzca” aşık olduğunu açıklamıştır. İlişkinin “acılı ve unutulmaz bir şekilde berbat” bitişi onu Michael H. Weber ile birlikte filmi yazmak üzere harekete geçirdi. Senaryoyu kıza gösterdiğinde, kız ona Tom karakteriyle daha çok bağdaştığını söyledi

Monday 4 November 2013

Rengarenk Bir Kitap Üzerine







Evdeki her şey dayanılmayacak kadar üzücü,
dayanılmayacak kadar hüzünlüydü.    syf 423



Nişantaşında bir apartmanda oturan , şimdinin çekirdek aile modellerine uymayacak kadar geniş ama zamanına göre modern diyebileceğimiz ve oturduğu semtten de anlayacağımız üzere kalbur-üstü bir aile.



Çocukluk aşkı olan karısının kaybolmasının ardından karlı bir İstanbul akşamında onu aramaya koyulan Galip, Milliyet Gazetesinin popüler yazarı ve yakın akrabası olan Celal Salik'in yazıları eşliğinde şehrin bir caddesinden girip kuytu bir apartmanın penceresinden tekrar karşımıza çıkar. Karısı neden onu terk etti bilinmemektedir ama şüpheler, Galip'i yaşadığı hayattan bambaşka bir hayatın peşine sürükler. Gittiği yolda kafası karışır ancak Celal'in yazıları bu araştırmada ona yol gösterecektir ve esrarı çözmeye yaklaşacaktır. Ancak attığı her adım onu bir başkası yapmaya devam etmektedir hatta bir başkası olmak istemeyecek kadar bir başkası olmuştur zaten.




Galip, araştırmasını sürdürürken, okuyucu da bir İstanbul turu atmaktadır. Hem Galip'in gittiği yerlerde hem de Celal'in yazdıklarında karanlık sokaklardan, puslu geçmiş zaman hikayelerinden, Celal'in gazeteciliğe başladığı yıllardaki uydurma haberlerinde geçen Beyoğlu sokaklarından söz açılır. Gerçek mekanlardan ve gerçek kişilerden de yararlanan Orhan Pamuk bir söyleşisinde Kara Kitap için '' İstanbul hakkında her şeyi bir anda söyleyebilme heyecanıyla yazıldı ve kitap bir anda birçok şeyi söylemeye çalışır'' demiş ki hayallerini anlatırken yaptığı dönem eleştirilerinden bunu anlamak mümkün.



Mevlana'nın Mesnevisi'ne ve Şeyh Galip'in -ki karakterin ismi de ondan gelmekte- Hüsn-ü Aşk' ına epey göndermeler yapıldığını anlamak o kitapları hiç okumamış biri için bile oldukça kolay. Ayrıca Binbir Gece Masalları, Mantıku-t Tayr da ismi geçenlerden. Orhan Pamuk geçmişi, içinde bulunduğumuz anı ve hatta geleceği bile çok iyi kullanıyor. Celal Salik'in hikayelerinde- ki benim en sevdiğim Cellat ve Ağlayan Yüz parçasıdır- geçmişe gidiyor, yine onun ağzından geleceğe dair iyi-kötü senaryoları okuyucuyla buluşturuyor. Zaten kitabı benim için sürükleyici kılan Galip'in yaşadığı maceradan çok Celal'in yazılarında gideceği yeni dünyaydı. Celal okuyucuyu şaşırtmasını çok iyi biliyor, her konuda yazıyor ve kendisini okutuyor. Yaşadığı gizli yaşamı çözme arzusunu roman okuyucusu kitaptaki gazete okurlarıyla beraber yaşıyor. Yazar da bunun ekmeğini çok yemiş. Hem anlatmak istediğini bu hikayelere yedirmiş hem de okuyucuya oldukça zevkli gelen tek başına hikayeler üretmiş. Bu özelliği de yine Doğu klasiklerinden aldığı söylenmekte.



Kitabın yakalayabildiğim kadarıyla temel sorunsalı(başka kelime bulamadım kusura bakmayın) da 'kendi olmak' kavramı. Galip ve Celal üzerinden bunu sorgulatmaya çalışıyor. Belirtmeden geçmeyelim ki çokça da altı çizilecek özlü söz söylemiş.



Kara Kitap pek çok listede Türk edebiyatının en iyi romanları arasında gösteriliyor. Keza Orhan Pamuk da Türkiye'de ve dünyada önde gelen post-modern yazarlardan biri. Karmaşık anlatımının da etkisiyle ve bittikten sonra damakta kalan o tat sebebiyle ismi Kara kendi rengarenk bu kitabı bir daha ve bir daha hakkını vererek okumak gerekiyor.



Hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir zaman inandıramadım seni, o sıradan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine. Syf 326



Bir başkası olmak istemeyecek kadar bir başkası hissediyordu kendini Syf 334



Kimse kendisi olamaz bu ülkede. Yenikler ve ezikler ülkesinde varolmakbir başkası olmaktır. Bir başkasıyım o halde varım! Peki yerinde olmak için can attığımo bir başkası da sakın birbaşkası olmasın? Syf 375

Orhan Pamuk
İletişim Yayınları, 448 sayfa



Wednesday 28 August 2013

Cangılda Bir Siyaset Bilimci



Rönesans, Batı'yı 16. Yüzyıldan beri taşıdığı üstünlüğe götüren temel yapı taşlarından en önemlisi. Ayrıca bizim için tam anlamıyla bir sergi alanı. Onunla beraber oluşan sanat, mimari daha önemlisi özgür düşünce ürünleri olan tüm eserler Avrupa'da gözümüzün önünde temaşa ediyor. Tarihte hiçbir olayın rastgele olmadığını göz önünde bulundurursak, o dönemde de hiçbir şeyin sebepsiz, alelade bir çılgınlık sonucu veya ansızın gelen bir aydınlanma sonucu ortaya çıkmadığını görebiliriz.




İşte bu yazının konusu olan Prens(Hükümdar) kitabı da kendi çağında kelimenin tam anlamıyla aforoz edilmesine rağmen hiçbir şekilde o dönemin olaylarından, düşüncesinden bağımsız değildir. 15. ve 16. yüzyıllar feodalizmin etkilerinin yavaş yavaş ortadan kalktığı, halkların üzerindeki baskıdan kurtulup daha özgür bir ortama kavuştuğu bir süreçtir. Bunlarla beraber kentlerin güvenliği sağlanmış, haydutlar korsanlar ortalıkta eskisi gibi cirit atamaz hale gelmiştir. Bunların sonucunda gelişen ticaret, çalışkanlığı en yüce erdem kabul eden bir burjuva sınıfını ortaya çıkarmıştır. Ekonomik refahın artması ve entelektüel birikimin oluşmasıyla beraber adına Renaissance (Yeniden Doğuş) denilen süreç başlamıştır(1).


Bu ortamın İtalya'da görülmesinin başlıca sebepleri de yine ticaret, ki Akdeniz ticaretini Venedikliler uzun yıllar ellerinde tutmuştur, ve bunun sonucunda oluşan özgür düşünce ortamıdır. Ticaret sayesinde Hristiyan olmayan dünyayla uzun yıllardan bu yana içli dışlı olan İtalyan devletleri, yoksulluğu övme gibi öğretileri olan kiliseden uzaklaşmaya başlamışlardır. Çünkü artık zenginliğe doğrulukla ulaşmak, bireycilik, insanın üstünlüğüne duyulan saygı kavramları toplumda yer etmeye başlamıştır.Dolayısıyla kilisenin olmadığı pagan çağı yaşayan Roma ve Yunan kültürüne olan ilgi katlanarak artmıştır. Bunlar sonucunda laikliğin Kuzey Avrupa'dan daha önce İtalya'da çıktığı görülür(2).



Bu dönemdeki İtalya, İngiltere ve Fransa gibi monarşilerin aksine kent devletleri biçiminde yönetilmekteydi. İtalya yarımadası, kilisenin de bir devlet olarak dahil olduğu, Floransa, Milano, Venedik ve Napoli gibi irili ufaklı birçok devletin birbiriyle çekiştiği, parça parça bir ülke konumundadır. ''Toprak ihanet kokmaktadır, hava kan. Bu cangılda yaşadı Machiavelli, (1469,1527).Rönesansın şahane canavarlarının bir çoğunu yakından tanıdı.''(3).Eserini de ülkesini bu cangıldan kurtaracak, güçlü ve tek bir devlet haline getirecek kahramana; yani hayalindeki prense yol göstermek için yazdı.



Kitap yirmi altı bölümden oluşmaktadır. Devletlerin, kaç çeşit olduğunu bunların özelliklerini bölümlere ayırarak gösterir. Hepsini de çoğunluğunu Eski Roma ve Helen uygarlıklarından aldığı örmeklerle destekler. Keza orduları ve özelliklerini de aynı şekilde işler. Daha sonra yönetimi elinde bulunduran prensin kendisini nasıl daha güçlü hale getirebileceğini ve dikkat etmesi gereken noktaları gösterir. Onun halka, soylulara nasıl davranacağını, nasıl iyi bir üne sahip olacağını, bakanlarını, danışmanlarını nasıl seçmesi gerektiğine kadar olan pek çok şeyi açık açık anlatır. Tüm bunlardan sonra, İtalya'nın barbarlardan kurtarılması gerektiğini kitabın genel üslubundan sıyrılarak daha edebi cümlelerle anlatarak eserin sonunu getirir.



Ama peki nedir Prens'i zamanında sansürlenmesine, Machiavelli'nin toplumdan dışlanıp hor görülmesine daha sonra da yüzyıllar boyu gündemde kalmasını sağlayan önemli bir kitap haline getiren nokta? Machiavelli'den bize kalan korkunç pragmatikliğin sebebi nedir? Zamanında neden günah keçisi olmuştur? Gösterdiklerinden dolayı mı, sanki ondan önce prensler iktidarı ele geçirmek için her türlü çirkin işi yapmıyormuş gibi. Hayır, Machiavelli'nin tanrısı tecrübedir ve o hilelerin,sahtekarlıkların, düzenbazlıkların her çeşidini tanımaktadır. Bunları meydana çıkaran da yine odur. Prenslere eğer güçlü olmak istiyorlarsa ne yapmaları gerektiğini söyleyen odur. Aslında herkes neyin ne olduğunu biliyordu ama Machiavelli bunları öyle göstermiştir ki kimse kaçacak yer bulamamıştır. İnsanın kötü yaratılışlı olduğunu savunan bu adam kimsenin foyasını arkalara saklamamıştır. Gerçekler acıdır ve bu acıyı kaldıramayanlar onun zindanlarda sürünmesine ve sefalet içinde ölmesine sebep olmuştur. Peki Machiavelli neleri söylemiş neleri anlatmıştı?



Yazara göre dürüstlük özel hayatta olur, politikada tek kural menfaatir.Politika ahlak dışıdır, çünkü namussuzların içinde yüzde yüz namuslu kalmak mümkün değildir''Bir devleti ele geçien kişi, zalimce eylemlerin hepsini bir anda yapmalıdır ki insanlar daha az acı çeksin ve daha az kızsın. İyilikleri ise daha yavaş yapsın ki, halk zevkine daha iyi varabilsin.'' ''Bir insana zarar verilmesi söz konusu olduğunda kişinin intikam alması imkansız hale getirilmelidir''. İlk bakışta saydığımız yargılar kabaca ve zalimce geliyor. Ancak yazar bunları nedensellik ilkesince hareket ederek anlatıyor ve derdini çok iy aktarıyor ki çoğu kişinin payına düşen hak vermek olmuştur.



Toplumu oluşturan kesimleri çokça gözlemlemiş olsa ki şöyle diyor:'' Halk ne soyluların boyunduruğu altına girmek ister ne de onların kendini ezmesini. Öte yandan seçkinler ise halkı yönetmek ve baskı altında tutmak ister. Söz konusu zıt eğilimler şu üç sonuçtan birini doğurur: Prenslik, özgürlük, anarşi.''.



Soyluları idare etmenin ve halkı memnun tutmanın prensin en zor işi olduğunu vurguluyor. Bunun için yapması gerekenleri de sıralamış. Prens her zaman iyi olmayacak yerinde iy ve kötü olmasını bilecektir. Sevilen kişi olmaktan ziyade korkulan kişi olacaktır, çünkü sevgi bağı menfaatin zedelendiği anda kopar. Ama korkulan birisi olurken nefret kazanmamaya bakacaktır. Bunu da açgözlü olmayarak, kimsenin malına ve namusuna zarar gelmemesini sağlayarak gerçekleştirecek. Prens cezalandırma ile ilgili işleri başkalarına yıkarken bütün merhamet ve lütuf gösterilerini kendisi yapacak.



Belki de şu an savunulan  Makyavelist düşünceye en çok şurada yaklaşıyoruz: ''Bir prensin iyi niteliklerin hepsine birden sahip olmasına gerek yoktur. Hatta bu onun için zararlıdır da. Ancak bunların hepsine sahipmiş gibi görünmelidir...Öyle ki onu görenler onun yumuşak huylu, samimi, onurlu ve dindar olduğunu düşünsün. Bu son niteliğe sahipmiş gibi görünmek kadar gerekli bir şey yoktur.Çünkü insanlar el yordamıyla değil göz yordamıyla karar verirler. Sizi herkes görür ama çok az kişi size dokunabilir.'' Bu sadece bir durum tespitidir. Çok iyi yaptığı işlemden ötürüdür ki Niccolo Machiavelli ilk modern siyaset bilimcisi sayılır.



Bu tavsiyeler İtalya'nın parçalanmışlığından, iç çekişmelerinden, istilalardan bıkmış bir yüreğin ve aklın eseridir. Ama monarşiler de küçük şehir devletleri de artık çok gerilerde kaldı. O zaman makyavelizmin tarihten silinmesi gerekmez mi? Tam tersine insan menfaati olduğu sürece o da var olacak. Çünkü gerçekleri saklamanın, toplumları yönlendirmenin bir kılıfı mutlaka bulunuyor. Toplu artık soylular ve köylüler diye ayrılmıyor şimdi daha çok sınıf var ve bunların isteklerini de yönlendirecek bunlara göre demokrasi dahilinde olsa da bir prens de bir şekilde bulunuyor.



(1) Oral Sander, Siyasi Tarih İlçağlardan 1918'e, İmge Kitabevi,24.Baskı sayfa 72

(2) Oral Sander, Siyasi Tarih İlçağlardan 1918'e, İmge Kitabevi,24.Baskı sayfa 81

(3) Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Zavallı Machavelli,İletişim Yayınları

Saturday 24 August 2013

Ayran Gönüllülerin Hikayesi


Manhattan, entelektüel çevrelerde sürekli adı geçen, filmlerine atıf yapılan, ''o çekseydi bak kim bilir nasıl olurdu'' diye düşündüren Woody Allen'ın izlediğim ilk filmi. Onun şehirleri fona alarak anlattığı, hikayeyi daha bir estetik gösterdiği söylenirdi ki bu doğruymuş. En azından Manhattan için. Hikaye size ne kadar boş gelse de gözde ekseriyetle hoş intibalar bırakıyor. Daha ilk sahneden etkileyici bir şehir tasviri ile karşılaşıyoruz ki film boyunca bu devam ediyor.

Filmin konusuna gelirsek, Isaac(Woody Allen), basit tv şovları ve kitaplar yazarak hayatını kazanmaya çalışan, sanata dair etkileyici sözler sarf edip bohem bir yaşam sürdüren, boşanmış ve bir de çocuğu olan başkahramanımız. Onun yakın arkadaşı olan Yale, üniversitede hocalık yapmaktadır. Evlidir, karısıyla Isaac de arkadaştır. Tracy ise 17 yaşında bir lise öğrencisi, aynı zamanda Isaac'in sevgilisi. Yale'in bir de 'güzel ve zeki', Mary isimli bir metresi vardır. İşleri karıştıracak olan da bu kadındır. Olaylar gelişir.


Film bu grubun arkadaşlık, sevgililik ilişkileri üzerine ilerliyor. Demek istediğim ayran gönüllülerin hikayesi. Bunları izlerken Amerika'ın ve modern toplumun hepimiz özgürüz, anlayışlıyız, her türlü düşünceye açığız idesi gözümüzün önünden ayrılmıyor. Bu serbestiyet rahatsız edici ve bize aksettirmek istediği de bu olsa gerek . Bazen insanların bu serbestiyetten kaynaklanarak sergilediği davranışlar, karakterleri çok kırıyor, kahramanlarımıza beyinleri bunu kabullenmeleri gerektiğini söylese de gönülleri elvermiyor. Dolayısıyla içten içe bir çöküşe gidiyorlar.


Tüm bunların dışında, Woody Allen, yönetmenlikte bir eşik olduğunu ispatlıyor. Çekim yapılan mekanlar, kameranın durduğu yer, insan işin teknik boyutunu bilmese de, etkileyici. Dikkatimi çeken nokta Isaac ve Mary bankta konuşurlarken, arabayla giderlerken ve daha birkaç yerde kamera epey gerilerinde ama ses bize çok yakın. Sahneyi aslında sözler ve arka fon oluşturuyor ve gayet hoş duruyor. Ve yönetmene şehir tanıtımındaki hakkını da teslim edelim. Film, şehri bir fotoğraf galerisine bakar gibi izlememize sebep oluyor. Unutmadan filmin siyah beyaz çekildiğini belirtelim.


Benim puanım 7/10

Yönetmen: Woody Allen

Oyuncular: Woody Allen, Diana Keaton, Michael Murphy, Mariel Hemingway

Yapım Yılı: 1979

IMDB Puanı: 8/10

Monday 19 August 2013

Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist





Saint-Simon, ilk sosyolog ilk sosyalist, Cemil Meriç'in 1964'te yayıma hazırlanan Hint Edebiyatı'ndan sonra çıkan ilk kitabı. ''Hint meçhule açılan bir kapıydı, meçhule yani insana.Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım sağ dediler...Saint-Simon'la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler...Her iki kitap da peşin hükümlülerin rahatını kaçırdı, ne solun hoşuna gittiler, ne sağın. Anladım ki bu iki kelime aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir''. Kitabın ön sözü Bu Ülke'den alınan bir pasajla başlıyor. Kitapların yayınlanış tarihlerini düşünürsek Cemil Meriç'in kimselere yaranamaması çok doğal. Sloganların esiri olmaktan uzakta duran bu adam, meselelerin özüne inmek için bu eseri yayımlıyor. Bizde kavramların ne kadar da anlaşılmaktan uzak biçimde kullanıldığını göz önüne getirirsek,Cemil Meriç'in bu haklı çabasını anlayabiliriz. 'Çağımız onunla başlıyor' dediği Saint-Simon'u tanımak da bu yüzden önemli.


Peki kimdir bu Saint-Simon. Kitabın birinci bölümü bu soruyu cevaplıyor.1760 yılında, Paris'te, aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Genç yaşında dini inançlarını kaybeden Saint-Simon, Amerikan Kurtuluş Savaşına subay olarak katılır. 1789 devrimini yakinen gözlemleme fırsatı bulur ve olayların içinde yer alır.
''İlk eserini 1802'de yayımladı: Cenevre'de Oturan birinin Çağdaşlarına Mektupları.Yıkılan kilisenin yerine yeni bir mabet kurmak istiyordu:bir bilgi, bir sevgi, bir inanç mabedi.Teolojiden boşalan tahta ilmi oturtuyordu.''syf 30. Fikirlerini yazıya döküp etkin bir düşünce hayatına katılır. Lakin hayatı zorlu dönemlerden geçmektedir. Uzun süre parasız kalır, dost bildiklerinden yardım göremez. İlginçtir liberaller adına 'Endüstri' isimli bir dergi çıkarmaktadır. Açılan kapanan dergilerle, yeni kitaplarla yaşamı devam etmektedir. ''Saint-Simon Üreticilerin El Kitabı''nda liberallerden daha çok uzaklaşır.. Parlamenter rejimden yüz çevirir.Çalışanlar sınıfını daha aydınlık olarak tarif eder ve proletaryaya yönelir.''syf 35. 1825 yılında da hayata gözlerini yumar ama arkada okulunu devam ettirecek ''şakirtler'' bırakmıştır.


Saint-Simon o çağa kadar hiç kullanılmamış kavramları kullanmıştır. Sosyalist bir sistem kurmamış ama kendinden sonra gelecekler onun cümlelerinden esinlenmiştir. ''19.asır sosyalizmi doğuşunda ihtilalden uzak hatta onunla çatışma halindedir...Saint-Simon'da ne isyan duygusundan, ne sosyal kinden, ne demagojik ihtirastan eser vardır.'' syf 65. Günümüzün devrimci sosyalistlerinden oldukça farklı.
Kitabın ikinci bölümü ise Saint-Simon'un takipçileri üzerine:Şakirtler. Pozitivizmin kurucusu diye bildiğimiz Auguste Comte, ayrıca Saint-Simon'un sekreteriymiş. Daha sonra yazı arkadaşı olurlar. Comte ortaya atılan meseleleri kendisinden beklediğimiz üzere mantıki çerçeve içerisinde ele alıp derinlikli incelemeler yaparmış.İlk başlarda dostlarına Saint-Simon'dan çok şey öğrendiğini ona hayran olduğunu anlatıyor olsa da, Saint-Simon'un ona veriği bir sözü tutmaması ve hatta oyun oynaması üzerine Comte bütün bütün çark eder. Bu yüzden olacak ki ''Kendilerinden önceki fikir adamlarına karşı pek haşin olan Proudhon ile Marx'ın Saint Simon'dan saygıyla söz etmeleri sebepsz değildir. Saint-Simon'un bu iki takdirkarı Comte'u hiç mi hiç sevmezler.'' syf 90.
Cemil Meriç, Saint-Simon'un gerçek şakirdi olarak Marx'ı gösteriyor ki bu bölüm, ikisi arsındaki ortak noktaları ve farkları anlamak için ideal.
Son bölüm ise Saint-Simon'un sosyolog kimliği üzerine. Burada 'sosyoloji' kelimesini Comte'un uydurduğunu öğreniyoruz. Comte ile beraber kafa yordukları düşünce ise insanları da tıpkı bir tabiat imi gibi incelemek gerektiğidir.Cansızları incelerken kullandıkları pozitif metot gene biricik kılavuzları.
Saint-Simon'un görüşlerinde ilgimi çeken bazı noktalar var. Bunlardan biri din üzerine. Kendisi genç yaşta dini inançlarını kaybediyor. Ama daha sonra ''Yeni Hristiyanlık'' adlı bir teori ortaya koyuyor.Herkesin fikir ve moral ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğini söylüyor. Yine bunu bir amaç uğruna yapıyor. Kolektif faaliyeti yönetmek için sevgi ve ahlak temel alınıyor. Peki acaba neden Protestanlığa veya o dönem Avrupa'da bulunan başka bir mezhebe yönelmedi?
İkincisi mülkiye konusu. Mülkiyeti tamamen kaldırmıyor. Mülk sahibi topluma yararlı olmaya zorlanınca işin halledileceğini söylüyor. Ama mirası kaldırıyor onun yerine devlet serveti ehliyete göre dağıtıyor. Bana kalırsa bu Marxist bakış açısından daha olumlu ama sistemin yine doğru düzgün işlememesinin önüne geçemeyecektir.

Eser Cemil Meriç üstadın diğer kitaplarına nazaran daha akademik bir yöntemle yazılmış. Solun köklerini, devrim ortamını, sosyalizmin, pozitivizmin doğuşunu görmek anlamak için güzel bir kaynak. Tabi Cemil Meriç farkıyla.


Cemil Meriç
Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, 159 sayfa
İLETİŞİM YAYINLARI

Buda ve Peşte

Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin z...