Sunday 11 December 2016

Buda ve Peşte

budapeşte ile ilgili görsel sonucu

Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin zenginleştirmiş olduğu bu şehirdeki yazımız biraz daha günlük gezi izlenimleri biçiminde ilerleyecek.

Budapeşte’deki ilk duraklardan birisi St. Mary bazilikası gerçi her yerde aynı isimde bir bazilika görmeye alıştım. Tuna nehrinden Peşte’ ye doğru girerken Central Europe University’ den sonra harika dış cephesi ve kubbesiyle karşılaşınca girmeye karar verdim. Zorunlu bağış olarak kabul ederler mi bilmem ama iki zloty atarak içeri girdim. Her bölümde ayrı kubbelerin olduğu bazilikada ortadaki kubbe en büyük ve en ihtişamlı olanı. Bazilika olduğundan içinde şapeller var. Sabah erken saate güneşli bir günde geldiğimden içerisi kiliselerde alışık olmadığımız şekilde epey aydınlık. Ana dua yerinde ayakta asasıyla duran İsa heykeli var. Vitraylarda ise dua okuyan papazlar ve çarmıha gerilmiş İsa betimlenmiş. Devasa ana kubbede İsa, havarileri ve melekler ile beraber tasvir edilmiş. Kubbenin göbeğinde yer alan kutsal ruh mu bilmiyorum ama herhalde Hristiyanlarda tanrının doğrudan tasviri yok. Şamdanlar ve duvarlardaki süslemeler altın kaplama en azından öyle gözüküyor, farklı çeşitte ve renkte mermerler kullanılmış. Bazilika oldukça ferah ve geniş ancak cemaat olma ruhu kubbelerin çatı olması sebebiyle kaybolmuyor. İçeride de ilginç bir İspanyol rehbere denk geliyorum. Puskas’tan falan bahsediyor artık bazilikayla ne ilgisi varsa.

Hostele doğru yola koyulmadan önce tarihi Starbucks’a girip internet ve elektrikten faydalanıyorum. Bu sırada ekvatorlu ama amerika’da yaşayan bir amca bana pegasustaki uçuşuyla ilgili anlamadığı bir şey soruyor. Ben yardım ediyorum sonra İstanbul’dan açılan muhabbet koyulaşıyor. Amcayla teyzeye baya tüyo verdim beni iyi anarlar artık. 

Hostele giderken büyük bir ibadethane görüyorum. Dışarıdan kuzey afrika camilerine benziyor. Sonradan sinagog olduğunu anlıyorum. Bir anda girip geziyim diyorum. Rehberli tura 27 tl verdim. Bilet ofisindeki kız türk olduğumu anladı ama nasıl hiç bilmiyorum. Her neyse erkekler içeri kipa takarak veya başlarını kapatarak girmek zorunda. Çünkü yahudilere göre tanrı hepimizin üzerinde ve başı açıklık anladığım kadarıyla kibir gibi karşılanıyor. Kadınlar için sadece evli ve yahudi olanlara zorunluluk varmış ama bizim rehberin bile başına bir şey takmadığını düşünürsek çok da sıkı bir kural değil gibi. Dış cephesinin aksine sinagogun içi daha çok kiliseye benziyor. Yukarıda kadınlar için yer var. Kadın erkek ayrı ibadet ediyor yani. Ama sıralara oturuluyor. Bu yönüyle islam-hristiyanlık karışımı olmuş. İçeride Davud’un yıldızları var her yerde. Bu sinagog rehberin dediğine göre Avrupa’nın en büyüğü dünyada ise ikinci, Vikipedi ise dünyada beşinci olduğunu söylüyor. Sinagog yakın tarihli sayılır aslında. 1850’lerde yapılmış. Tabi Nazi işgaline ve faşist Macarların baskılarına maruz kalmış olan yahudiler için aynı zamanda bir Holokost müzesi işlevi görüyor. Dışarı kısımda daha çok mezarlık ve anıtlardan oluşuyor, bir küçük sinagog daha vardı ama onu kışın açıyorlarmış ısıtması kolay diye yahudi aklı işte. Yahudi devletinin kurulması için çok çaba sarf eden Thedor Herzl’in doğduğu ev de burada ve müze olarak kullanılıyor. Macaristan’da resmi olarak 100 bin Yahudi halen yaşıyor. Üç bini ciddi olarak dini yaşıyor. Savaştan önce rakam sekiz yüz binmiş ve bunun altı yüz bini katledilmiş. Bahçe kısmında kırkayağa benzer bir sembol var bu havaların çok soğuk olduğu zamanda hiçbir tedarik olmadan Avusturya’ya sürülen Yahudiler anısına yapılmış. Sinagog ve bahçesi etkileyici bir yerdi ve epey şey öğrendim. Ayrıca bu sinagog Neogolian Yahudilerine aitmiş. Rehbere sinagoga Nazilerin saldırıp saldırmadığını sordum, savaş sırasında üs olarak kullanıldığını söyledi. Vikipedi’de bombardımandan zarar gördüğü yazıyor, Sovyetler gelince ibadeti yasaklamışlar, bu yüzden sinagog ancak 1991’de açılabilmiş, 1998’de ise restorasyonu tamamlanmış.

budapeşte sinagog ile ilgili görsel sonucu

                                                                                                                            
Sinagogtan sonra hostele uğrayıp kısa bir dinlemeden sonra Hungary National Museum’a geçiyorum. Müze aslında Macarların tarihi üzerine kurulmuş., ayrıca geçici sergiler falan da var. Türk olmanın daha doğrusu AB'ye üye olmamanın kazığını bir kez daha yiyerek tam bilet alıyorum. Polonya da Erasmus öğrencisiyim aslında ben de AB vatandaşı sayılırım falan desem de gezinin geri kalanında da olacağı gibi gişe memuru yemedi. Neyse müzenin başında doğal olarak ilk çağlardan beri hunların kendi deyişleriyle macarların avrupaya olan göçleri anlatılıyor. Bunlar şimdiki Kafkasya, Orta Asya, Rusya vb yerlerin steplerinden kopup gelerek Avrupa’ya yerleşmişler. Attila ya dair bir şey göremedim belki adam barbar kabul ediliyor vs diye çok övündükleri biri değildir veya macar saymıyorlardır onu falan desem de şehirde iki  ana caddeye herifin ismini verdiklerinden durumu çok da anlayamadım. Ama tipler bıyıklı iri yarı adamlar, çadır kültürü var falan bunlarla cidden bir akrabalık var galiba, ama tabi Karadeniz’in kuzeyinden gitmişler o yüzden Hristiyan olmuşlar vs herkesin bildiği hikaye. Efenim bunlar 8-9 yy gibi iyice katolik oluyorlar orta çağa feodal beylerle papazlarla tam teşekküllü giriyorlar. Fena bir devlet de değiller bağımsızlıklarına düşkünler falan ama adamlar jeostrateji, jeopolitik konum gibi şeylerden çok çekmişler. 15. Yüzyıl Osmanlı ile Habsburg hanedanları arasında tampon bölge olarak geçmiş. Birinin baskısından kurtulsa öbürü başlamış. Malum Mohaç meydan savaşıyla (1526) gelen ağır mağlubiyet sonucu gitgide Osmanlı hâkimiyetine girmişler ve tam 150 yıl Türk işgali altında kalmışlar. Biz her ne kadar yükselme devrini coşarak, dizi izler gibi öğrensek de ve Osmanlı topraklarında hoşgörünün adaletin bulunduğuna inansak da adamların açısından bakınca zor durum gerçekten. Sonuçta başka milletin boyunduruğu altında esaret söz konusu. Neyse 1686 da Viyana kuşatmasını takiben macarlar Buda’yı kurtarır ama Habsburglardan kurtulamazlar. Bundan sonra isimleri de beraber anılır zaten. Türklerle olan mücadeleler ise devam eder, ancak 1700’lü yıllarda Türkler uzaklaştırılır iyice. Bkz pasarofça antlaşması. Müzede Türklerden kalan eserler de sergileniyor uşak halısı var mesela veya Süleyman’ın bir portresi bulunuyor. Daha sonra 18-19. yüzyıllar derken savaşlar dönemine geliyoruz. Macarlar en çok bu dönemlerde acı çekmiş. Yıllarca işgal ve işkencelerden kurtulamamışlar ama bu konuyu terör müzesinde ele alalım.


Budapeşte’nin ilk akşamı yemek yiyecek bir yer bulma çabasıyla geçti. Sonunda bir Türk restoranına girmeye karar verdim. Doğrusu Türk yemeklerini özlemiştim. Ayıptır söylemesi ciğerin yanına pilavla birlikte cacık aldım. Normalde memleketin insanlarını bu kadar çabuk özleyeceğim aklıma gelmese de mekan sahibi ablada gördüğüm güler yüz beni duygulandırdı. Aslında bende olan bu ikiliği anlayamıyorum. Bir yandan kendi insanımıza çok kızar onu ülkeyi yaşanmayacak bir yer haline getirmekle eleştirirken hatta Erasmus’a başladığımdan beri nerede Türk görsem kaçıyor olmama rağmen insanımızın sıcaklığı misafirperverliği en azından bana bir başka geliyor. Bu yüzden yemeği yerken ülkenin ne duruma geldiği insani bir yaşama uygun olmaktan çıktığı birbirimizi boğduğumuz bir cehenneme dönüştüğü aklıma geldikçe duygulandım. Yeryüzünün müstesna güzelliklerine ve onca kültür zenginliğine ihanet edişimiz karşısında önce kendimize sonra tarihe nasıl hesap veririz bilemem.

Budapeşte’ye dönecek olursak bu şehrin bir de akşam görülmesi gerektiği hep söylenir. Ben de Tuna’nın üzerindeki ışıldayan köprülerden birinden karşıya yani Buda'ya bol bol fotoğraf çekerek gidiyorum. Benim kadim dostum haritamdan öğrendiğim kadarıyla Gül Baba isimli bir Türk büyüğünün türbesi yakınmış. Az zahmetli bir yokuşun sonunda yalnızca kontrplaklarla karşılaşıyorum, zira türbe müzeye falan dönüştürülmek üzere restorasyona alınmış. Ben de kafama göre bir tramvaya atlıyorum gittiğim yerleri beğenmeyip gerisin geriye dönüyorum. Önceki geceyi tren koltuğunda geçirdiğimden ve sabahtan beri gezdiğimden iyice yorgun düşmüştüm. Buna rağmen yine de Ruin Bar denilen harabelerin kafe, pub, bar vs gibi mekanlara dönüştürüldüğü caddeye gittim. Ortam orijinal gerçekten. Bir yerden okuduğuma göre sovyetlerden sonra gece hayatı şehirde canlandırılmak istenmiş, ama yeterli bütçe yokmuş. Onlarda yaratıcılıklarını konuşturup hasarlı harabe haline gelmiş mekanları bara puba çevirmişler. İyi de olmuş mekanlar da gayet ucuz. Ama yorgunluğa daha fazla dayanamayıp Szimpla kertten çıkarak doğruca hostele gidip yattım. 


Ertesi sabah erken kalkarak buda turuna başlıyorum. Önce en yüksek hedefi özgürlük heykelini gözüme kestiriyorum. Parkın içinden tırmanarak heykele ulaştığımda Budapeşte’yi üç yüz altmış derece olarak izleyebildim. Dikkatimi önce çeken uzaklarda görülen sovyet blokları oldu, adamlar nasıl çirkin mimarisi varmış nasıl da güveniyorlarmış kendilerine ki her yere istikrarlı olarak yapmışlar. Ünlü olan görüntüyü tasvir edecek olur isem, tuna nehri şehri doğu ve batı olmak üzere bölüyor. Batı buda tarafı kaleye, saraya ve eski yerleşimlere ev sahipliği yaparken, Peşte tarafı hayatın yaşandığı iş yerlerinin avmlerin otellerin bulunduğu bölge haline gelmiş. Peşte tarafı geniş bir ovaya yayılmışken Buda hep tepe hep vadi. Yerleşimin az olduğu Buda da dağlar da yeşil bir örtü var ormandan çok makiye benziyor. Nehrin üzerinde pek çok köprü var, hepsi farklı stilde ikisi epey süslü ikisi ise daha modern ve çelik demir yüklü. Hepsinden ise araba veya tramvay geçiyor. Tuna’nın en büyük yapısı parlemonta binası ama binanın cephesinin yönü şehre göre ters olduğundan bence büyüklüğüne oranla yapı o kadar öne çıkmıyor. Yine de muhteşem mimarisi olduğunu benim gibi gotik sevmeyen biri bile itiraf etmeli. 


Citadelle denen tepedeki küçük kale de takıldıktan sonra aşağı inip kaleye yöneliyorum. Kalenin girişinde Rönesans bahçesi denen adı kadar güzel bir bahçe var. sonra malum Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Dilimde de Estergon kalesi türküsü eksik değil tabi. Köprülerden geçerken de tuna nehri akmam diyor diye çığırıyordum, tuna ise umarsızca çılgınlar gibi akıyordu. Her neyse kalenin tepesinde saray var. Bildiğiniz Roma hatta Paris Pantheon’u. Gerçi hepsi birbirinden çakmış ama olsun bina güzel. Harika bir konumu var bütün şehre hakim tepenin üzerine yayılmış. Sütunlardan oluşan bir girişin üzerine kondurulan geniş bir kubbe var. İçerisi müzeye çevrilmiş Macar sanat galerisi yapılmış. İçeri girmekte yine AB vatandaşlığı meselesi yüzünden tereddüt ettim. Bile bile kazıklanmak hoş değil. Polonya vs diyerek şansımı denedim yemedi, yine de girdim aman canım bir öğün yemek parası diyerek.Benim klasik kendimi ikna yöntemim. Hoş Budapeşte’deki bütün müzelere girmek için kendime böyle bir meşruiyet buldum her seferinde işe yaradı ama pişman da olmadım. Neyse sanata biraz doyup ruhumuzu dinlendirdikten sonra Buda’yı keşfetmeye devam ediyoruz. 


Kalenin az ilerisinde Mathias kilisesi vardı. Paralı olmasına artık isyan ettim, kilise görmek için para vermek işime gelmedi açıkçası. Ama kilisenin dışı muhteşem, yine gotik ama beyaz işlemelerin üzerine kiremit renginde bir çatıyla çok zarif bir kilse olmuş. Normalde gotik yapılar gözüme heybetli ama korkutucu gelir. Bütün o büyüklükleri ve uzun sivri işleme ve eklemleri ile bir çirkinlik uyandırır bende. Ama Mathias kilisesi ve parlamento binası bu fikrimi değiştirdi. İkisi de büyük ama zarif binalar olabilmiş bence. Buda insanlardan izole olmuş tarih donmuş kalmış. O yüzden turist yoğunluğunun olmadığı yerler çok sakin. Ama çok da estetik binalar var. Bir kısmı otel bir kısmı restoran bir kısmı da müze yapılmış. Genel olarak iki katı aşmayan, sıcak renklere boyanmış, kocaman ahşap kapı ve pencereleri olan yapılardan oluşuyor mahalle. Arnavut kaldırımlarına basarak yürümek de ayrı bir güzellik. 

budapest matthias church ile ilgili görsel sonucu

Tarihi füniküler diye pazarladıkları bir şey var bence kimse binmemeli bilet fiyatını görüp koşarak uzaklaşıyorum. İstanbullu tabirle yine karşıya Peşte’ye geçiyorum. Free walking tour u kaçırdığımı öğreniyorum. Bu turlara daha önce Kopenhag ve Prag’da katıldım, kitaplardan veya internetten öğrenmesi zor güzel hikayeleri bu süper İngilizce konuşan yerli arkadaşlardan dinlemek mümkün. Üstelik bedava en son yalnızca bahşiş alıyorlar ama buna değecek bir iş yaptıkları ortada. Ben de her neyse diyorum şu metro biri deneyeyim. Bu metro ilginç bir şekilde Avrupa’nın en eski dünyanın ikinci en eski metrosu. Yerin çok az altında iki vagon halinde gidiyor. Zırıl zırıl öten bir düdüğü var. Herkes gibi bende New York’tan sonra Paris veya Londra metrosunun yapıldığını düşünürdüm o yüzden şaşırtıcı oldu. Bizim tünel var bir de ama o metro hattı olamamış yazık ki. Gerçi bu bilgiler sonradan internetten baktığımda ihtilaflı geldi. Galiba en eski elektrikli metro kıta Avrupas’sında Budapeşte metrosu. Ama dünyanın en eski metrosu diye aratınca Londra metrosu ardından İstanbul tünel geliyor ama her neyse. Yanlış ama harika bir yerde iniyorum. Önce resimlerini gördüğüm ama ziyareti planlamadığım tarihi kaplıcayla karşılaşıyorum. Barok İtalyan mimarisiyle havuzun etrafına bir tesis yapılmış. İçeride kocaman bir havuzda insanlar termal suya giriyor. Konsept güzel hava ne kadar soğuk olsa da içerideki avluda suya giriyorlar içki de serbestmiş, tam Avrupalı kafası. Burası zaten devasa bir parkın içinde parkta da festival gibi bir şey var. Bedava veya çok ucuza ızgara tatlı falan yapıp dağıtıyorlar ayrıca Budapeşte maratonu da aynı gün koşuluyormuş. Oradan caddeye bağlanan yerde büyük bir meydan var. Bu meydan da Vatikan’ı hatırlatmıyor değil. Sütunlar meydanın çevresine yayılmış, aralarında Macar büyüklerinin heykelleri var. İki tane roman-barok müze karşılıklı konmuş. Meydanın adı Sovyetler karşına ayaklanan Macarların isyanın kanlı bir şekilde bastırılması sonucu orada iki bin şehit vermelerinden kahramanlar meydanı olmuş. Epey geniş bir meydan heykellerle ve estekik binalarla süslendiğinden insanı rahatsız etmiyor. Bu denli geniş meydanın çirkin olmaması özellikle Sovyet tecrübesi olan bir şehir için başarı bence.

budapeşte termal havuz ile ilgili görsel sonucu


Meydandan House of Terror müzesine geçiyorum. Alıştığımız müzeler gibi kocaman binaların aksine bir apartman kullanılmış. Ancak müze epey modern. Girişte, Sovyetlerin katliam yaparken kullandıklarına ihtimal verdiğim ama emin olmadığım bir tank var. O tankı da oraya nasıl sokmuşlar hayatında inşaatları bayılarak izlemiş her Türk gibi kafam buna takıldı. Herhalde önce tankı koyup sonra evi yapmışlar diyorum. Tankın arkasındaki duvara ise kurbanların isimleri kazınmış. Müzenin konsepti ise şöyle: Bu bahtsız Macarlar 1. Dünya savaşından sonra, önce Nazi eğilimli faşist bir partinin yönetimine girerler sonradan direk nazi işgaline, savaş bitiminde ise demir perde baskısına maruz kalırlar. Ülke bir kutuptan diğerine gitmiştir ama değişmeyen korku baskı totaliter dünya görüşü olmuştur. Bunların ardında kalan ise kan acı ve gözyaşıdır. Girişteki videodaki adam ise biri affetmek zorunda diyordu. Affet ama unutma! 

budapest house of terror ile ilgili görsel sonucu

Neyse konu uzun ben yavaştan üşümeye başladım. Hostelin yanında hoş bir kafeden bunları büyük keyifle yazıyorum.
Şimdi genel hatlarıyla Budapeşte diyecek olursak, şehir çok güzel ama öyle bir anlattılar ki doğal olarak beklentimin altında kaldı. Bence burası tam bir Avrupa şehri olamamış. Bir kere kırmızı ışıkta geçen sürücü ve yayalar var. İşin şakası belki biraz kalabalık olmasından düzensizlik hissettim şehirde. Çok harika yerler var ama tuna kıyısı gezmeye çok müsait olmadığı gibi tarihi görüntünün arasından lüks ve modern bir otel fırlayabiliyor. Biraz bakımsız olduğu üstünden tozu sirkelense çok daha güzel olacağı söylenir. Müzelerinden epey bilgi edindim, değinilmemiş ya da benim ıskaladığım noktalar var ama. Bir de genel olarak ucuz bir şehir, müzelerden şikayet etsem de ödediğim para öyle ahım şahım değil. Eli yüzü düzgün mekanlarda yiyip içebilir yani insan. Şaşırtıcı bir şey daha tramvaylara doğrudan atlıyorsunuz öncesinde bilet basmaya falan gerek yok. Ancak içeride onaylatmanız veya daha önceden geçerliliği olan biletle binmeniz gerekiyor. Bilet kontrolü ise ansızın beklemediğiniz kişi tarafından yapılabilir, bana spor giyimli sırt çantasıyla üniversite öğrencisine benzeyen bir kız denk geldi, her an her şey olabilir yani. Üzüldüğüm nokta hiç Türk eseri görememem oldu. Görmeye çalıştığım da restore ediliyordu. Bildiğim kadarıyla epey medrese cami yapılmış ancak galiba hepsi ya dönüşmüş ya da yok edilmiş. 

Budapeşte’yi iki günde elimden geldiğince hızlı ve etkili gezdiğimi düşünüyorum. Orta Avrupa’nın kesinlikle görülmesi gereken tarih ve sanat dolu bir şehri olduğunu söylemeden geçmeyelim.


budapeşte ile ilgili görsel sonucu


Buda ve Peşte

Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin z...