Sunday 7 December 2014

Yalnızız Hiç Olmadığımız Kadar







Dertlerle kavrulmuş günlerde Yalnızız'ı elime aldığımda fark ediyorum ki, insanın kendi ile mücadele ettiği zamanlarda ruhunun derinliklerine inecek bir fikre, bir duyguya ihtiyacı vardır. Bu anlar da daha çok yalnızlık anlarımızdır. Yazarın dediği gibi "bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarınız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -çünkü bak 'kendi' var içimizde- birbirine karşı yalnızdır."Fikir ihtilafları arasında gidip gelen, tereddütlerde boğulan insanların romanı, herkesin romanıdır.

Peyami Safa'nın olgunluk eserinin listemde sonraya bırakarak çok doğru bir iş yapmış oldum. Eserlerinde uyumluluk benzer konuları farklı karakterler farklı psikolojiler üzerinden ele alması onun bir özelliği. Ama bu ısrar ustalığa giden yolu açmış. Peyami Safa'nın bütün romanlarının ismine Bir Tereddüdün Romanı denilebilir diye okumuştum ki son derece haklı. Karakterlerin gel-gitleri, içlerine düşen şüpheler, kuvvetlice arzulanan şeylerin yanında vazgeçmekten duyulan korku ana temaları oluşturuyor. Düşündüğümüz zaman hayatın bir teması varsa onlar da aldığımız kararlardır ki hangi birinde şüpheye düşmüyoruz? 

Yalnızız, 1951 yılında yazılmış. Gelenekten ayrılıp batılılaşmaya adım atan her toplumun çektiği  sancılı bir dönem var.  Toplumun tereddütü bireylere de yansımış: geçmişten kopmaya korkmak; ama aynı zamanda vaatkâr yeni dünyalara gitme, dönüşme isteği arasında sıkışıp kalmışlık. Roman temelini  çelişkilerden alıyor: İstanbul'a karşı Paris, muhafazakarlığa karşı modernlik gibi. 

Peyami Safa, akıp giden cümlelerden oluşturduğu üslupla derinlemesine ruh çözümlemeleri yapıyor, kendi yaşam felsefesini Samim'in yaptığı gözlemler ve yazdığı Simeranya ütopyasında tasvir ediyor. Her karakterin bir şeyler arasında sıkışıp kalmış durumda. İlk bölümün konusu olan Selmin bağımsızlığını kazanma arzusunda, iç isyanlarının yönlendirmesiyle hareket ediyor. Yalanlara başvurup, oyun kurmaktan çekinmiyor. Besim, manevi duygulardan sıyrılmış, zevklerine göre yaşayan dönemin kendini boşlukta hisseden gençliğini yansıtıyor. Selmin'in annesi Mefharat, hayatını başkalarının diline göre şekillendiren, sevgisini sinirli ve evhamlı hali yüzünden ortaya çıkaramayan dul bir kadın. Kendi kardeşlerinden dahi şüphelenecek kadar ileri giden bir ruh haline sahip.

İkinci bölüm Samim'in sevgilisi Meral üzerinden ilerliyor. Meral çelişkilerin en çok buluştuğu karakter olarak karşımıza çıkıyor. Lise arkadaşı Feriha'nın etkisiyle, ailesi ve Samim ile yaşadıkları yüzünden Paris'e gitme arzusu içinde. Paris bir sembol, bir hayal. Tanzimattan bu yana, kaçılıp gidilecek, hayallerin gerçekleştirileceği modernitenin büyülü şehri. Her tereddütün bir ucu ona bağlı. Toplumu bir sembol olarak etkilemiş ikinci bir şehir daha yoktur. Meral, araftakilerin en canlı örneğini oluşturuyor. Kendini bir karar vermek için yiyip bitiriyor, sinirleniyor, kızıyor bazen çok mutlu oluyor. Duygu hezeyanları yaşaması, onun dengesiz bir kişiliğe sahip olarak boşlukta sallanmasına sebep oluyor. Her ne kararı alırsa ondan pişman olacak, yaşamı boyunca o pişmanlığı gölge gibi peşinden sürükleyecek. Bu yüzden düşünüyor yokluğu, var olmak için araması gerekenin yokluk olduğuna inanıyor. Bu his onu yalnızlığa itiyor: kendi kendimden nefretimin çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım. Samim'in sahip olduğu muhteşem gözlem gücü onu realist yapmıyor. Gerçeğin verdiği acı onu kendi yarattığı ütopyasına götürüyor. Kaçıyor yani, kaçan insan yalnızdır, ayırmıştır kendini. Kendinden kaçanlar vardır bir de yalnızlığın son noktasında.

Yalnız insanların romanı, maddi gerçekliğin yetmediğini, ruhun beslenmediğinde iflas ettiğini fısıldıyor. Mükemmel psikoljik çözümlemeler ile bezenmiş kitap yaşam felsefesine dönük aforizmalar sunmaktan çekinmiyor. Yalnızlığın yalınlığı, insan ruhunu uyarırken, aklı da başka zaman olmadığı kadar düşünmeye zorluyor. 


Onlar affetseler bile ben isyan ediyorum kendime. Ben tahammül etmiyorum. Ben kendimi cezalandırmakta herkesten daha adil ve daha kuvvetli olmak istiyorum.

İnsanın en kolay aldatabildiği budala kendi kendisidir.

Aşk iki kin arası bir mütarekedir.

Yalnızız, Peyami Safa

Ötüken Neşriyat, 443 sayfa

Wednesday 26 November 2014

Nolan'dan Uzaya Selamlarla


Yılın son demlerinde güzel filmlerin bir bir çıkmasıyla beraber soguk kis aksamlari sinema keyfi yapilarak doldurulur. Üstelik sıkı bir vize haftasını atlatmış olmak bu fikri daha çekici kılar. Vizyondakilere bakarken Christopher Nolan ismini afiste görmemle bilim kurguya cok da ilgili olmama karşın, tereddüt etmeden Interstellar’a gitmeye karar veriyorum.


Bizi daha önce ilizyonistler arası çatışmadan ruyalar alemine,oradan da distopik dünyanın fantastik karakterlerinin yanına taşımış olan Nolan, bu sefer daha büyük bir işe girişiyor. Dünyanin yaşanmaz hale gelmesiyle insan neslinin devamı icin artik yeni yerler bulmak gerekmektedir. Bunun için çalısmalar yapan NASA Saturn yakınlarındaki bir solucan deliğinden başka bir galaksiye geçişin mümkün oldugunu gözlemler. Ya yeni bir dunya bulacaklardir, ya da yasli gezegende açlık icinde oleceklerdir. Eski bir NASA pilotu olup ailesiyle çiftçilik yapan Cooper sonsuza yolculuk yapacak ekipin içine gözü yaşlı kızını bırakarak dahil olur. Aslinda nereye gideceklerini yolun ne kadar surecegini bilmemektelerdir ancak uzayin gizemi ve yasayacak yeni bir yer arzusu onlari icine çekmektedir. 


Bilim kurgunun sınırlarında, kuantum fizigi etrafinda dolasan senaryo, insanoğlunun hayal gucunun nereye gidebileceginin bir gostergesi. A planı yaşamaya uygun bir yer bulup insanlığı oraya taşımak, işler kötü giderse devreye girecek B planı ise gidilen yerde bir koloni kurup turun devamini orada saglama fikrine dayanıyor. Bir sonraki adımın atılmış insanlığın attığı en harika olan olması isteniyor. 


Mekiğe binilip ıssız ve sonsuz sessizliğin içinde ilerleme başlar. Aylar sürecek bir yol var, tabi ki bunun üç saatlik bir filmde kısa gösterilmesi normal. Ancak Solucan Deliğine kadar ekibin gündelik yaşamından çok az bilgi alıyoruz. Robotlara insani duygular eklemek gibi orijinalliklerin yanında Sanki karakterlerin insaniyeti azalmış gibi. Delikten geçilir ve ilk gezegen, hayat kaynağı su oradadır. Ancak sadece deniz ve kocaman dalgalar bu gezegeni de yaşanmaz kılmakta. Ekip bir kişiyi feda etmiş olarak gemiye döndüğünde göreceli zamandan ötürü tam 23 sene geçmiştir. Gemide kalan arkadaşları yaşlanmış, dünyadaki çocuklar büyümüşlerdir. Bir saat içinde insan ömrünün bu kadar değişeceğini hayal etmek güç. Ardından ikinci gezegen, sadece kardan ve buzdan. Yıllar önce oraya keşif için giden astronot hala hayattadır. Ancak öğreniyoruz ki sadece kendisini kurtarmaları için gezegende yaşam olduğu sinyallerini göndermiş. Uzay da galaksiler de insana yeterli gelmiyor ki bir Habil Kabil kavgasına şahit oluyoruz. Buradan da bir şekilde kurtulan ekibimiz de yalnız Cooper ve Brand kalmıştır. Yeni hedef zaman kırılmasının tam anlamıyla yaşanacağı, arkasında ne olduğu bilinmeyen olay ufku. Cooper robotlar dahil tüm ekibi yolda feda ederek sonuca gider. Düştüğü yer beşinci boyuttur, burada zaman ve mekan kavramı kaybolmuştur. Böylece başlangıçtaki olaylara müdahale imkanı oradan da dünyayı kurtarma imkanı doğar. Sonuç olarak mutlu son ile Satürn yakınlarında yeni bir hayat başlar. İnsanoğlu kurtulmuştur.


Bilim kurgunun, fiziğin içine girdiği halde zamanı ve mekanı aşan tek kudretin sevgi olduğu alt metnini içeren film, her ne kadar insani çabalara girişmiş olsa da bu konuda yavanlığı aşamıyor. Cooper ile kızı ve yine Dr. Brand ve babasının sevgisi ya da Dr. Brand in başka gezegende hapsolan sevdiceği arasındaki ilişkiler hiç de güçlü bir örgüye sahip değil. Sadece Cooper'ı canlandıran Matthew McConaughey'in oyunculuğu bu mevzuyu koparmaya yetmiyor. Öte yandan film bizden çok fazla kabullenme istiyor. Dünyanın neden o halde olduğuna dair bilgimiz yok. Cooper'ın kızının neden çok zeki olduğunu gösteren bir şey olmadığı gibi. Yine film her ne kadar hayalgücünün zorlanmasıyla ortaya çıkmış olduğunu kabul etsek de net bir son ortaya koymaya çalışması beni biraz rahatsız etti. Beşinci boyuta kadar gidilmişken sonrasını seyirciye bırakmak daha zengin duyguların oluşmasını sağlayabilirdi. Tabi Nolan'ın nasıl bir Satürn hayal ettiğini görmek yine de ilginçti. Senaryodaki zayıflıklara karşın güçlü görsel şölen var karşımızda. Sinema atmosferinin oluşturabileceği etkiler sonuna kadar kullanılmış. Sözgelimi, uzayın ıssılığında süzülen geminin bir karadeliğe sürüklenmesi veya hızlı bir kalkış yapması sizi o geminin içinde hissettiriyor. Bunda Hans Zimmer'in yaptığı müziğin payı da oldukça büyük. Başrol oyuncusu mükemmel bir performans sergilemiş,özellikle çocuklarının videosunu izlediği bölüm etkileyiciydi. 


Sonuç olarak her ne kadar kurguda ve senaryoda tam oturmayan bir şeyler olduğu hissini veriyorsa da Interstellar konusuyla, çekimiyle, oluşturduğu atmosferle izleyiciyi pek çok yönden etkilemeyi başarıyor. Bu yüzden çekilmiş en iyi filmler kategorisinde yer almasına şaşmamak lazım. Son söz olarak filme gerek popülerliğinden gerekse de Nolan tarafından çekilmesi  yüzünden burun kıvıran eleştirmenler var. Nolan'ı popüler olması yzünden eleştirmek bana anlamsız geliyor, ancak onun da Dark Knight Rises ile birlikte irtifa kaybettiğini filmlerinin kurgusunda ve fikir işçiliğinde zayıflama olduğu konusunda ben de hemfikirim. Yine de unutmamak gerekir ki işini saygıyla ve emek vererek yapan bir yönetmene aynı saygıyı göstermek gerek. 

Monday 28 April 2014

Bir Sükut-u Hayal Hikayesi



Günümüzde hala sürmekte olan İslamcılığın bitip bitmediği, başarısız olup olmadığı tartışmalarını 90 lı yılların başında, fransız araştırmacı-yazar prof. Olivier roy'un yazdığı Siyasal İslam'ın İflası adlı kitap önemli ölçüde hızlandırmıştır. Roy kitabını uzun yıllar türkiye'den iran'a, suudilerden afganistan, pakistan, cezayir ve türki cumhuriyetlere uzanan müslüman coğrafyalarda yaptığı gözlemler neticesinde oluşturmuş. Röportajlarında, ilham ve başvuru kaynaklarının Kuran ve hadisler olmadığını buna karşın İslam'ı bir din olduğu kadar siyasi bir ideoloji olarak da gören siyasal İslamcıların eserlerinden edindiği bilgilerin ışığında sonuçlar çıkardığını vurguluyor. Oliver Roy, birçokları gibi İslam’ı, siyasal bir ideoloji olarak algılayan çağdaş İslami hareketleri “İslamcılık” olarak adlandırmaktadır. 

Türkiye'de de pek çok muadilinin hemfikir olduğu üzere İslamcılığı modern çağların ürünü olan modernist bir ideoloji olarak gören Roy, kitabında incelediği siyasal islam sisteminin iflas ettiğini daha en başta söylüyor ve kitabı bunun nedenlerini araştırma yoluna sokuyor. Yazara göre düşünsel altyapının sağlam olmaması ve içinden çıktığı modernizim kötü kopyası olması başarısızlığın temellerinde yatan en önemli etken. Kitap bölümler halinde İslamcıların, siyasi sisteme, iktisat politikalarına, birey-devlet ilişkilerine bakış açılarını yansıtıyor ve düşünsel temellerini irdeliyor. Bunları gerek Müslüman Kardeşler hareketinden gerek İran İslam Devriminden gerekse de Afganistandaki cihatçı yapılardan verdiği örneklerle destekliyor. 

Genel olarak deneyimlerin başarısızlıkla sonuçlandığını söylese de islamcıların zafer kazandığı alanlar olarak yalnızca medeni hukuk ve infaz sisteminde yapılan düzenlemeleri örnek gösteriyor. Buna karşın, özellikle İran'daki rejimi ele aldığı bölümde anayasanın siyasal islam sisteminde nasıl yer aldığını tartışmaya açıyor. Şüphesiz ki bu tartışmalar laik-devlet ve şeriat hukukunun uygulanması konularında ufuk açıcı düzeydedir. Roy, ekonomi konusunda İslamcıların kapialist olmayacağını bu sebeple söylem düzeyinde yönelişin sosyalizan olduğu iddiasında bulunuyor. Ayrıca fazin haram olmasından hareketle girişilen diğer yolların ne derece meşru sonuçlar doğurduğu sorusunu inceliyor. Ve o dönemden bir kehanette bulunuyor: gelecekteki hükümetlerin karşısıa çıkacak alternatifler ya kara borsayla dengelenen sosyalizan bir devletçilik ya da İslami Bankalar perdesi altında batı reçeteleri izleyen liberal yeni muhafazakarlıktır.

Roy'un vurgu yaptığı noktalardan biri önemli bir siyasi yöntem tartışması. Buna göre İslami yapılar arasında önce bireyin mi yoksa devlet ve siyasi aygıtların mı İslamlaştılacağı konusunda ayrılmalar mevcut. İslamcılara göre islami tplum ancak siyaset yoluyla mümkün ancak kurumlar bireylerin erdemine dayanarak işler, erdem ise islami toplum olursa mümkün olur. Bu daire içerisinde dolanılmaktadır. Ancak Roy' un göstermek istediği bireysel erdem temelinde yükselen siyasetin iktidarın elde edilmesinden sonra yozlaşmasıdır. Yani bir bakıma  Mordor'un yüzüğü misali, devlet ele geçirilmek istenirken devletin hareketleri kontrol altına almasıdır. Bu yozlaşma, amaçlanan hedeften doğal olarak savrulmayı meydana getiriyor.

Kitabın son bölümünde ise iktidarın elde ediliş yönleri bakımndan ayrım yapılarak Afgan ve İran örnekleri yakından inceleniyor. Özellikle iran rejimi hakkındaki şii gettosuna kapanma eleştirilerinin bugüne bakan pek çok yönü var.

Roy, yarınların soluk yüzü adlandırmasıyla gelecek için karanlık bir tablo çiziyor. islamcı hareketlerin batıya duyulan kin ve hsumetle beslendiğini, nefret retoriğini kullanıp taraftar topladıklarını ancak ortaya yeni bir topum modeli koymadıklarını ifade ediyor, ona göre islam toplumları tüketim kültürünün esareti altında ve üretken bir kültür anlayışı olmadığından batının hücumları karşısında kendi sosyal zeminleri zayıf kalıyor. Siyasalbağlamda ise islamcı düşüncenin söylem olarak birlikten ve tevhidden bahsetmesine karşılık hiçbir zaman islami enternasyonalin kurulamadığını ve hatta batı dan gelen etnik milliyetçiliğin , ulus-devlet anlayışının ve mezhepçiliğin siyasi arenada daha ön planda olduğu gerçeğini vurguluyor. Yani islami milliyetçilik panislamisme ağır  basıyor. Yazarın acı ifadesine göre tüm bu sorunları görmezden gelen bu yapılar şeytanını başka yerde ararken içlerinde taşıdıkları çölü göremiyorlar.

Şüphesiz ki 92 den bu yana ekonmik, sosyal, siyasal dengeler akıl almaz ölçüde değişti ve bu kitabı okurken ve incelerken anakronizm tuzağına düşme tehlikesi var. Ancak bir hareketin evrimini görmek, tarihin bir kesitindeki fikriyatı gözlemlemek günümüz gelişmelerini anlamak ve geleceğe ilişkin bir yön çizmek için ufuk açıcı olabilir. Yazıldığı zaman önemli tartışmalar yaratan bu kitabı halen daha değerli kılan da bu yönü olsa gerek.


Olivier roy
Metis yayınları 
262 sayfa

Wednesday 16 April 2014

City Ligths: Biraz Şehir Biraz Hayat


                        


Bu yazının kaleme alınışından tam 87 yıl önce çekilmiş bir film, ortalama bir insan ömründen daha uzun bir zaman dilimi demek bu. Aradan geçen onca süre ve akıl almaz derecede gelişen film endüstrisi onun bir klasik olarak değerlendirilmesine engel değil. Hatta başta bizim Yeşilçam sineması olmak üzere pek çok sinema akımının öncülüğünü yapma görevi üstlenmiş bir filmdir City Lights.

Kendi halinde iyiniyetli bir sokak serserisi olan Şarlo, klasikleşmiş ve filmden bağımsız olsa da güleceğimiz sahnelerinden biriyle seyirciye merhaba diyor. Daha sonra sokakta çiçek satan kör ve zavallı bir kızdan son parasıyla çiçek alan şarlo, alımlı kızın zarifliğine ve aciz güzelliğine vurulur. Romantik hayallerle bir gece deniz kıyısına inmişken intihar etmek isteyen alkolik bir adamın hayatını kurtarır ve dost olurlar. Şarlo, bu zengin arkadaşıyla mekandan mekana girer, partiden partiye koşar. Başına gelmedik kalmaz çünkü arkadaşı alkolün tesirinden kurtulunca bizim Şarlo'yu  tanımamaktadır. Bu arada aşkının da peşinden gider ve verdiği zengin beyefendi imajıyla çiçekçi kızın da gönlüne girmeyi başarır. Ancak kızın kirayı dahi ödeyemeyecek denli fakir olduğunu ve gözlerinin açılması için paraya ihtiyaç duyduğunu öğrenir. Bu parayı bulmak için varını yoğunu ortaya koyar. Sonunda muradına erer, yıllar sonra da birbirlerini bulurlar. Burada konan her noktanın sonuna klasik Şarlo sahnelerini eklediğimizde işte bize bir Charlie Chaplin başyapıtı.

1931 yılında yükselen sesli film yapma dalgasına uymayan, siyah-beyaz çekilmiş, Yeşilçam sinemamızın gerek konu, gerek espri bakımından en yüce ilham kaynağı City Lights'dır. Oyuncuların seslerinin olmaması onların ancak müthiş bir oyunculuk sergileyerek filmi kotarmalarına ön ayak olmuş. Ki bunun için çokça uğraşılmış. Örneğin; kör kızın zengin birine çiçek satışı hissiyatını tam olarak yansıtmasını isteyen chaplin, bu sahneyi tam 342 defa tekrar çekmiştir. Zaten filmi izlenir kılan da ilk insandan bugüne kadar değişmeyen ve değişmeyecek olan insani duygularımıza hitap ediyor olmasıdır. Chaplin'in o şaşkın, pak ve doğal olan aşkı için yaptıklarını yansıtışı, espri değerini şu an için yüksek göremeyemeceğimiz belki zeka oyunları yapmaktan uzak ama bütün o safiyane ve naif tavrıyla izleyiciyi güldüren sahneler, gülümseten ama asla bıktırmayan tekrarlar onu halen daha izlettirmektedir. Hem 30'ların ortamını görüyoruz ki, bu şehrin şapka takan, smokin giyen insanlarını izlemek, yoldan geçip giden direksiyonu sağda klasik arabaları seyretmek, nazik davranışlarla dolu ilişkilere imrenmek demektir. 

Şarlo'nun yaptığı absürtlükler, onda hiçbir şekilde sırıtmıyor ve aslında bir nevi hayatın yansıması olarak ele alabiliriz bunu. Yaptığımız pek çok eylemde, duyduğumuz hislerde sonradan gördüğümüz absürtlükler bize ilk balışta doğal gelir ve zaten öyledir de. Ama sonra onu nesnel incelediğimizde gördüğümüz bir komedidir ve onu kendimize yakıştıramayız. İşte bu yüzden Şarlo da, City Lights da hayatın yansımasıdır, absürt ve komiktir, ayrıca dramatik ve onları klasik kılan da budur.





Thursday 13 February 2014

Bir Tarih Yolculuğu

                      * Bir insan, hep alelade günler yaşamak dışında                       her şeye dayanabilir. Tehlikeli yaşa, doğru yaşarsın



Cengiz Çandar'ın, ön sözde Jose Saramago'dan alıntılayarak dediği gibi yazmanın birinci şartı oturmaktır. Oturmadan yazılmıyor ve yine kelimeler insana düşüncelerini gizlesin diye verilmemiştir. Son iki yıldır Mezopotamyanın başladığı bir yerde ikamet eden ve ortadoğu'ya özel ilgi duyan benim için de oturup bir şeyler yazmak zor oldu her zaman. Çünkü Ortadoğu karmaşanın, acının, duygu yoğunluğunun diğer adı ve onun hakkında kelam edebilmek her babayiğidin harcı değil. Ama Ortadoğu'yu yaşamının kopmaz bir parçası haline getirmiş birinin, yani o dediğim bütün duyguları en orta yerinden yaşamış birinin kitabını keşfetmek, bende doyumsuz bir haz uyandırdı.



O kitap Mezopotamya Ekspresi. Aslında anlatılmak istenene konulmuş en uygun başlık bundan başkası olamazdı herhalde. Hayatı Ortadoğu olmuş bir adamın bir istasyondan bir istasyona, o şehirlerin halklarıyla ve onların tarihleriyle beraber akıp giden amansız bir macera. 68 kuşağının devrimci gençlik liderlerinden biri, 12 Mart darbesinin ardından Filistin Kurtuluş Hareketi'nde gerillalık yapmak için Lübnan' a gider ve böylece ekspres yola çıkmış olur. Birkaç yıllık, arkadaş ölümlerine tanıklık eden, defalarca müdahale ve ardından ölüm beklenen gecelerden sonra kısa süreli Avrupa hayatı. Daha sonra mensubu olduğu ve yakınlık duyduğu bütün hareketlerin ezilmiş olduğu Türkiye'ye dönüş. Şu kadar kısa süreye bu kadar aksiyonu ve heyecanı sığdırabilen bir adam Cengiz Çandar ve bunlardan sonra içindeki yazma, gezme ve aksiyon tutkusunu gazetecilik mesleğinde birleştirmeye karar verir. İlgi duyduğu alan tabi ki Ortadoğu ve Türkiye'nin en önemli Ortadoğu uzmanı olarak tanınmasına sebep olan işte onun bu kıpır kıpır halidir. Irak, İran, Lübnan ve Suriye'de defalarca bulunur ve herkesin gitmekten korktuğu, bazı yerlerde insanların yaşam mücadelesi verdiği yerlerde onu illa ki o bölgeye çeken bir cazibe parıltısı mutlaka olmuş. Bunun sebebini kendisi de tartışıyor ve bence net bir açıklama getirmekte zorlanıyor. Tarihin önemli merkezlerinde yoldaşlık ettiği onca kişiden sonra kader, onu cumhurbaşkanlığı danışmalığına, oradan askerlerin andıçına hedef olmaya, Amerika'ya ve yeniden Türkiy'ye taşır. Ama Ortadoğu hayaleti her daim onu çevresindedir.



Kitabın üzerimizde bir otobiyografi hissi uyandırmamasındaki temel sebebi, tarihi yazan şahsın tarihi yapanlarla yaptığı yoldaşlığın, tarihi arka planıyla, siyasi analiziyle birlikte anlatılması olarak gösterebiliriz Kırk yıla yaklaşan bir tarih yolculuğu söz konusu ve kitapta karşımıza çıkanlar ya bir siyasi lider, ya bir fikir adamı. Ortadoğu'yu, tüm dünyanın ilgisini çeker hale getiren kavşaklar tüm yaşanmışlığı ve gerçekliğiyle önümüze dökülüyor. Cengiz Çandar'ın başarısı bunları bütün çarpıcılığıyla, asla sıkmadan ve müthiş bir duyarlılıkla vermesinden kaynaklanıyor. Bu duyarlılığı en çok, bombalanan ve 'sevgilim' diye andığı Beyrut için yazdığı modern kaside diye tanımlayabileceğimiz 'Beyrut Bir Aşktır' yazısında görüyoruz. Bosna için, Saddam' ın zulmüne karşı Iraklılar için verdiği mücadeleleri de es geçmemek gerek.



Sınırlarını kendisi çizememiş bu halklar için barışa ve demokrasiye inanmış bir adam var karşımızda. Taşıdığı bu inançla ve yılların getirdiği birikimle yazdıkları çok önemli tespitler ve çözüm önerileri içeriyor. Gerek Türkiye'nin, Irak'ın geleceği, gerekse Kürt sorunu başlıca bir dert unsuru. Bunun yanında İran devrimine, Turgut Özal'ın danışmanlığını yaptığı dönemdeki Türk devlet mantalitesine ilişkin görüşleri, ABD'den Ortadoğu'ya bakışı yansıtması ve Irak savaşında takındığı tutumu özeleştiriyle birlikte vermesi üzerinde çok düşünülecek önemli bir bakış açısını yansıtıyor.



Kendisini, benim gibi, harita delisi olarak tanımlamasından mı, gitmek istediğim yerlere en önemli anları yaşayacak şekilde gitmesinden mi yoksa kendini geliştirmeye, yeni düşüncelere açık olmasından mı çok etkilendim karar veremiyorum. Ya da bir şehrin silüetini ya da bir dağ manzarasını içindeki tutkuyla birlikte yansıtmasını da seçeneklerin arasına ekleyebilirim. Ya da tüm bunları ona hayranlık duyduğum unsurlar olarak tanımlayabilirim. Mezopotamya Ekspresi doğrusal ilerlemeyen yolculuğunda durduğu her istasyonda ayrı bir tat, ayrı bir yaşanmışlık ve farklı duygular bırakarak yoluna devam ediyor. Tarihle, coğrafyayla, siyasetle, gazetecilikle ve bilhassa Ortadoğu ile ilgilenen herkes için muhteşem bir yolculuk. Yazar, kitabın sonunda soruyor, Ortadoğu Quo Vadis diye. Ancak cevabını '''yolculuğun kendisi varış notasından daha önemlidir'' diyen bir atasözünde buluyor. Ve bu yolculuğu hayatın kendisine sunduğu bir ödül olarak, yaşamının merkezine yerleştiriyor.



Mezopotamya Ekspresi

Cengiz Çandar

İletişim Yayınları, 630 sayfa


Saturday 8 February 2014

Beklentisiz Olcan Bu Hayatta



Tatil geldi ve ailesinden uzakta yaşayanlar onların yanına geldi, ailesiyle beraber olanlar da doğal olarak onlara daha fazla zaman ayırmaya başladı. Ancak aradaki kuşak farkı çoğu zaman ortak noktaların bulunamamasının acıklı bir sebebini oluşturuyor. Beraber yapacak etkinlik bulma sıkıntısını aşacak yollardan biri de sinema, özellikle aile filmleri.




Eyvah Eyvah 3, tam da bu minvalden bir film. Biz de aldık cipslerimiz çerezlerimizi tuttuk salonun yolunu.Serinin sadece ilk filmini seyretmeden gittiğim ikinci filmde karakterler aynı olmasına karşın bir şey kaçırdığımı düşünmemiştim.Bu filmde de yine ana karakterler oynamaya devam ediyor. Ön planda tabi ki Ata Demirer'in canlandırdığı çalgıcı Hüseyin ve Demet Akbağ'ın hayat verdiği 'bu fasulye yedi buçuk lira' şarkısıyla meşhur olan Füruzan var. İki başarılı ve komik oyuncunun seriyi biri diğerinin önüne çıkmadan götürmesi ayrı bir güzellik. Böylece hem film salt Ata Demirer'in komedyenlik ve taklit yeteneklerinden ibaret kalmıyor. Zaten filmin senaryosu da kopuk kopuk skeçler bütünü halinde değil, adamakıllı bir kurguyla ilerliyor. Yine de senaryonun klasik kötü adamlar-iyi adamlar, kaçırma-kaçırılma konularında olması bunu defalarca görmüş Türk izleyicisine bayat gelebilir.



Filmin konusuna gelince, ikinci filmin sonunda muradına eren Müjgan ve Hüseyin çiftinin artık bir bebekleri de vardır. Bebek demek ek sorumluluk demek. Bu sorumluluklarına bir de Hüseyin'in klarnetinin kırılması sonucu işsiz kalmasını getirdiği yük eklenir. Hüseyin, kayınpederi Edremit vasıtasıyla belediyede işe başlasa da mizacı buna uygun değildir. Tam umutsuzluğa kapılmışken kasabada düzenlenecek uluslararası festival hem onun için de hem de yöre halkı için fırsat kapısıdır. Ancak bu durum Erdal Bakkal rolünden aşina olduğumuz organizatörün işini bozacaktır. Olaylar da onun bu işi tekrar bağlamak için denediği her türlü yolla beraber gelişir.



Film yine o yöresel dokusunu bozmadan, abartısız ve doğal şive taklitleriyle ilerlerken izleyicinin yüzünde en sonda halinden memnun bir tebessüm oluşturmayı başarıyor. Öyle gülmekten yerlere yatıracak unutulmayacak esprilere sahip olmayan Türk usulü bir durum komedisi. Fazla beklentiye girmeyenleri ve klişelerden çok sıkılmayanları eğlendirecek bir yapım olmuş.


Süre:105 dakika
Oyuncular: Demet Akbağ, Ata Demirer, Serra Yılmaz, Cengiz Bozkurt
Tür: Komedi
Yönetmen: Hakan Algül
Benim Puanım: 5/10

Tuesday 28 January 2014

Bol Acılı Drama: 12 Years a Slave




12 Years a Slave, geçtiğimiz yıl çokça irdelenmiş olan ABD'nin kölelik geçmişine diğerlerinden farklı şekilde yönelen, dramatik ögelerin ağır bastığı bir film olarak karşımızda. Film, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Zaten aynı adlı bir hatırattan uyarlanmış, yani biyografi türünde. Dolayısıyla bunun, geçen seneki macera, western türünde olan Django Unchained'dan ve politik bir kurguya sahip olan Lincoln'den ayrı düştüğü pek çok noktadan biri olduğunu söyleyebiliriz.





Köleliğin yaygın olduğu 1800'lü yıllarda, New York'ta kendi halinde ailesiyle yaşayan siyahi bir müzisyen olan Solomon, kendisiyle iş görüşmesi yapan sirk organizatörleriyle bolca içip sarhoş olduğu gecenin ertesinde, karanlık bir mahzende elleri ayakları zincirlenmiş biçimde uyanır. Kendisinin özgür olduğunu bunu ispatlayabileceğini söylese de dayaktan ve işkenceden başka bir karşılık alamaz ve güneye köle ticareti yapan adamlara satılır. Artık ismini, sahip olduğu itibarını ve en önemlisi yaşama zevkinin anahtarı olan özgürlüğünü kaybetmiştir. Ve onun için, filmin adından anlayacağımız üzere, 12 yıllık esaret süreci başlamıştır. Bu süre içinde iki kez elde değiştirir. Bir kölenin yaşayabileceği bütün acıları tadar. En sonunda özgür olduğu ispatlanır ve ailesinin yanına döner.



Film en az spoilerlı hali ve hepimizin tahmin edebileceği Hollywodvari finali böyle. Açıkçası bu filmi kölelik sorununa ilgi duyan Amerikan sinemasının başarılı örneklerini gördükten sonra izlemeye karar verdim desem de heyecanla bilgisayarın karşısına geçip merakla açmama sebep olan -itiraf ediyorum ki- 8.5 gibi çok yüksek bir imdb puanı ve bolca Oscar heykelciği kucaklama potansiyeliydi. Ancak filmin ilerlemesiyle bendeki heyecan da merak da söndü, bitse de gitsek durumuna düştüm. Bunda en çok pay da filmin salt acı ve dram üzerine kurulması seyirciyi de bununla etkilemeye çalışmasıydı. Rahatsız edici sahnelerin çokluğu ve acıların Mahsun Kırmızıgül'e rahmet okutturacak kadar gözümüze sokulmasına bir anlam veremedim. Yönetmen, efendileri gaddarlaştırarak, dökülen kanları, sökülen et parçalarını, kulaklarımızda şaklayan kırbaç seslerini göstermek istediyse amenna; ama bunun için koca bir film yapmasına gerek yokmuş. Film boyunca benim beklediğim ise bunlardan çok, özgürlüğünü kaybetmiş bir insanın köleliği kabullenemeyişinin ve isyanının gösterilmesiydi. Ancak olayların hızlı geliştiği ilk bir kaç sahne hariç böyle güçlü bir istek göremiyoruz. Karakterin durumu anlamsızca kabullenmesi seyirciyi gitgide bir umutsuzluk çukuruna çekiyor. Oysa ki bunu canlı tutsalar çok daha etkili olurdu çünkü seyirci Solomon'un kurtulacağını biliyor. Zaten kölelikten kurtuluş da bir umudun bir isyanın ya da bir çabanın sonucu değil de Brad Pitt'in canlandırdığı karakterin fazla didaktik diskurunun absürt bir şekilde filme dahil olmasıyla gerçekleşiyor. Filme nereden düştüğü belli olmayan bu karakter ve bu sahnenin gidişatı en çok belirleyen sahne olmasıysa daha feci bir durum bence.



Dikkatimi çeken bir diğer nokta da filmin adında geçen 12 yıllık zaman dilimini bir türlü anlayamamamız. Nerede ne kadar kaldı, hangi çiftlikte ne kadar acı çekti, bunlar hep muallak. En son sahnede biraz yaşlanmış gözüküyor ama o kadar. Son sahne demişken orada da benim hoşuma gitmeyen absürtlükler var ama bu kadar de yerden yere vurmayalım.



Filmde hiç mi olumlu yön yok? Elbette var. Bunca ödül kazanmış ve kazanması muhtemel filmin sıfır olduğu da iddia edilemez zaten. Ancak benim gözüme o kadar nokta battı ki onlara sıra gelmedi ama kölelik sorununu anlatan bir filmden beklentilerinizi karşılayabilecek fazla sürprizi olmayan şeyler bunlar.Öte yandan oyunculuklardan bahsedecek olursak, en iyi yardımcı erkek oyuncu adayı olan Michael Fassbender gaddar efendi rolünü olabilecek en iyi şekilde oynamış ve ödülün de favorilerinden gösteriliyor. Solomon'u canlandıran Chiwetel Ejiofor,  yönetmenin vermek istediği dramı çok iyi yansıtmış ancak nice yaman pehlivanların alamadığı en iyi oyuncu ödülünü alabilir mi, tartışılır. Yönetmen Steve McQuenn ile ilgili yorumlarımı da filmle ilgili düşüncelerime bakarak çıkartmak kolay olsa gerek. Filmle ilgili en çok beğendiğim şey ise zenci işçilerin tarlalarda çalışırken söyledikleri şarkılar. Caz müziğin doğuşuna da bir gönderme olduğunu düşünmekle beraber, benim en hoşuma giden sahneler bunlardı.



Sonuç olarak; acı ve dram sosuna sonuna kadar bulandırılmış, abartılmış bir film 12 Years a Slave. Empati yapıcam, ağlıycam, duygulancam film çok iyi olmasa da olur diyorsanız tam size göre.


Künye:12 Years a Slave
Yapım Yılı:2013
Tr Gösterim: 24 Ocak 2014
Tür: Biyografi, Drama, Tarih
Yönetmen: Steve McQuenn
Oyuncular:  Chiwetel Ejiofo, Michael K. Williams, Michael Fassbender
İMDB Paunı: 8.5/10
Benim Puanım: 6/10

Filmin müzikleri için;  http://www.sinematopya.com/2013/11/12-years-slave-soundtrack.html

Buda ve Peşte

Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin z...