Dertlerle kavrulmuş günlerde Yalnızız'ı elime aldığımda fark ediyorum ki, insanın kendi ile mücadele ettiği zamanlarda ruhunun derinliklerine inecek bir fikre, bir duyguya ihtiyacı vardır. Bu anlar da daha çok yalnızlık anlarımızdır. Yazarın dediği gibi "bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarınız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -çünkü bak 'kendi' var içimizde- birbirine karşı yalnızdır."Fikir ihtilafları arasında gidip gelen, tereddütlerde boğulan insanların romanı, herkesin romanıdır.
Sunday 7 December 2014
Yalnızız Hiç Olmadığımız Kadar
Dertlerle kavrulmuş günlerde Yalnızız'ı elime aldığımda fark ediyorum ki, insanın kendi ile mücadele ettiği zamanlarda ruhunun derinliklerine inecek bir fikre, bir duyguya ihtiyacı vardır. Bu anlar da daha çok yalnızlık anlarımızdır. Yazarın dediği gibi "bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarınız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -çünkü bak 'kendi' var içimizde- birbirine karşı yalnızdır."Fikir ihtilafları arasında gidip gelen, tereddütlerde boğulan insanların romanı, herkesin romanıdır.
Wednesday 26 November 2014
Nolan'dan Uzaya Selamlarla
Bizi daha önce ilizyonistler arası çatışmadan ruyalar alemine,oradan da distopik dünyanın fantastik karakterlerinin yanına taşımış olan Nolan, bu sefer daha büyük bir işe girişiyor. Dünyanin yaşanmaz hale gelmesiyle insan neslinin devamı icin artik yeni yerler bulmak gerekmektedir. Bunun için çalısmalar yapan NASA Saturn yakınlarındaki bir solucan deliğinden başka bir galaksiye geçişin mümkün oldugunu gözlemler. Ya yeni bir dunya bulacaklardir, ya da yasli gezegende açlık icinde oleceklerdir. Eski bir NASA pilotu olup ailesiyle çiftçilik yapan Cooper sonsuza yolculuk yapacak ekipin içine gözü yaşlı kızını bırakarak dahil olur. Aslinda nereye gideceklerini yolun ne kadar surecegini bilmemektelerdir ancak uzayin gizemi ve yasayacak yeni bir yer arzusu onlari icine çekmektedir.
Bilim kurgunun sınırlarında, kuantum fizigi etrafinda dolasan senaryo, insanoğlunun hayal gucunun nereye gidebileceginin bir gostergesi. A planı yaşamaya uygun bir yer bulup insanlığı oraya taşımak, işler kötü giderse devreye girecek B planı ise gidilen yerde bir koloni kurup turun devamini orada saglama fikrine dayanıyor. Bir sonraki adımın atılmış insanlığın attığı en harika olan olması isteniyor.
Mekiğe binilip ıssız ve sonsuz sessizliğin içinde ilerleme başlar. Aylar sürecek bir yol var, tabi ki bunun üç saatlik bir filmde kısa gösterilmesi normal. Ancak Solucan Deliğine kadar ekibin gündelik yaşamından çok az bilgi alıyoruz. Robotlara insani duygular eklemek gibi orijinalliklerin yanında Sanki karakterlerin insaniyeti azalmış gibi. Delikten geçilir ve ilk gezegen, hayat kaynağı su oradadır. Ancak sadece deniz ve kocaman dalgalar bu gezegeni de yaşanmaz kılmakta. Ekip bir kişiyi feda etmiş olarak gemiye döndüğünde göreceli zamandan ötürü tam 23 sene geçmiştir. Gemide kalan arkadaşları yaşlanmış, dünyadaki çocuklar büyümüşlerdir. Bir saat içinde insan ömrünün bu kadar değişeceğini hayal etmek güç. Ardından ikinci gezegen, sadece kardan ve buzdan. Yıllar önce oraya keşif için giden astronot hala hayattadır. Ancak öğreniyoruz ki sadece kendisini kurtarmaları için gezegende yaşam olduğu sinyallerini göndermiş. Uzay da galaksiler de insana yeterli gelmiyor ki bir Habil Kabil kavgasına şahit oluyoruz. Buradan da bir şekilde kurtulan ekibimiz de yalnız Cooper ve Brand kalmıştır. Yeni hedef zaman kırılmasının tam anlamıyla yaşanacağı, arkasında ne olduğu bilinmeyen olay ufku. Cooper robotlar dahil tüm ekibi yolda feda ederek sonuca gider. Düştüğü yer beşinci boyuttur, burada zaman ve mekan kavramı kaybolmuştur. Böylece başlangıçtaki olaylara müdahale imkanı oradan da dünyayı kurtarma imkanı doğar. Sonuç olarak mutlu son ile Satürn yakınlarında yeni bir hayat başlar. İnsanoğlu kurtulmuştur.
Bilim kurgunun, fiziğin içine girdiği halde zamanı ve mekanı aşan tek kudretin sevgi olduğu alt metnini içeren film, her ne kadar insani çabalara girişmiş olsa da bu konuda yavanlığı aşamıyor. Cooper ile kızı ve yine Dr. Brand ve babasının sevgisi ya da Dr. Brand in başka gezegende hapsolan sevdiceği arasındaki ilişkiler hiç de güçlü bir örgüye sahip değil. Sadece Cooper'ı canlandıran Matthew McConaughey'in oyunculuğu bu mevzuyu koparmaya yetmiyor. Öte yandan film bizden çok fazla kabullenme istiyor. Dünyanın neden o halde olduğuna dair bilgimiz yok. Cooper'ın kızının neden çok zeki olduğunu gösteren bir şey olmadığı gibi. Yine film her ne kadar hayalgücünün zorlanmasıyla ortaya çıkmış olduğunu kabul etsek de net bir son ortaya koymaya çalışması beni biraz rahatsız etti. Beşinci boyuta kadar gidilmişken sonrasını seyirciye bırakmak daha zengin duyguların oluşmasını sağlayabilirdi. Tabi Nolan'ın nasıl bir Satürn hayal ettiğini görmek yine de ilginçti. Senaryodaki zayıflıklara karşın güçlü görsel şölen var karşımızda. Sinema atmosferinin oluşturabileceği etkiler sonuna kadar kullanılmış. Sözgelimi, uzayın ıssılığında süzülen geminin bir karadeliğe sürüklenmesi veya hızlı bir kalkış yapması sizi o geminin içinde hissettiriyor. Bunda Hans Zimmer'in yaptığı müziğin payı da oldukça büyük. Başrol oyuncusu mükemmel bir performans sergilemiş,özellikle çocuklarının videosunu izlediği bölüm etkileyiciydi.
Sonuç olarak her ne kadar kurguda ve senaryoda tam oturmayan bir şeyler olduğu hissini veriyorsa da Interstellar konusuyla, çekimiyle, oluşturduğu atmosferle izleyiciyi pek çok yönden etkilemeyi başarıyor. Bu yüzden çekilmiş en iyi filmler kategorisinde yer almasına şaşmamak lazım. Son söz olarak filme gerek popülerliğinden gerekse de Nolan tarafından çekilmesi yüzünden burun kıvıran eleştirmenler var. Nolan'ı popüler olması yzünden eleştirmek bana anlamsız geliyor, ancak onun da Dark Knight Rises ile birlikte irtifa kaybettiğini filmlerinin kurgusunda ve fikir işçiliğinde zayıflama olduğu konusunda ben de hemfikirim. Yine de unutmamak gerekir ki işini saygıyla ve emek vererek yapan bir yönetmene aynı saygıyı göstermek gerek.
Monday 28 April 2014
Bir Sükut-u Hayal Hikayesi
Wednesday 16 April 2014
City Ligths: Biraz Şehir Biraz Hayat
Thursday 13 February 2014
Bir Tarih Yolculuğu
O kitap Mezopotamya Ekspresi. Aslında anlatılmak istenene konulmuş en uygun başlık bundan başkası olamazdı herhalde. Hayatı Ortadoğu olmuş bir adamın bir istasyondan bir istasyona, o şehirlerin halklarıyla ve onların tarihleriyle beraber akıp giden amansız bir macera. 68 kuşağının devrimci gençlik liderlerinden biri, 12 Mart darbesinin ardından Filistin Kurtuluş Hareketi'nde gerillalık yapmak için Lübnan' a gider ve böylece ekspres yola çıkmış olur. Birkaç yıllık, arkadaş ölümlerine tanıklık eden, defalarca müdahale ve ardından ölüm beklenen gecelerden sonra kısa süreli Avrupa hayatı. Daha sonra mensubu olduğu ve yakınlık duyduğu bütün hareketlerin ezilmiş olduğu Türkiye'ye dönüş. Şu kadar kısa süreye bu kadar aksiyonu ve heyecanı sığdırabilen bir adam Cengiz Çandar ve bunlardan sonra içindeki yazma, gezme ve aksiyon tutkusunu gazetecilik mesleğinde birleştirmeye karar verir. İlgi duyduğu alan tabi ki Ortadoğu ve Türkiye'nin en önemli Ortadoğu uzmanı olarak tanınmasına sebep olan işte onun bu kıpır kıpır halidir. Irak, İran, Lübnan ve Suriye'de defalarca bulunur ve herkesin gitmekten korktuğu, bazı yerlerde insanların yaşam mücadelesi verdiği yerlerde onu illa ki o bölgeye çeken bir cazibe parıltısı mutlaka olmuş. Bunun sebebini kendisi de tartışıyor ve bence net bir açıklama getirmekte zorlanıyor. Tarihin önemli merkezlerinde yoldaşlık ettiği onca kişiden sonra kader, onu cumhurbaşkanlığı danışmalığına, oradan askerlerin andıçına hedef olmaya, Amerika'ya ve yeniden Türkiy'ye taşır. Ama Ortadoğu hayaleti her daim onu çevresindedir.
Kitabın üzerimizde bir otobiyografi hissi uyandırmamasındaki temel sebebi, tarihi yazan şahsın tarihi yapanlarla yaptığı yoldaşlığın, tarihi arka planıyla, siyasi analiziyle birlikte anlatılması olarak gösterebiliriz Kırk yıla yaklaşan bir tarih yolculuğu söz konusu ve kitapta karşımıza çıkanlar ya bir siyasi lider, ya bir fikir adamı. Ortadoğu'yu, tüm dünyanın ilgisini çeker hale getiren kavşaklar tüm yaşanmışlığı ve gerçekliğiyle önümüze dökülüyor. Cengiz Çandar'ın başarısı bunları bütün çarpıcılığıyla, asla sıkmadan ve müthiş bir duyarlılıkla vermesinden kaynaklanıyor. Bu duyarlılığı en çok, bombalanan ve 'sevgilim' diye andığı Beyrut için yazdığı modern kaside diye tanımlayabileceğimiz 'Beyrut Bir Aşktır' yazısında görüyoruz. Bosna için, Saddam' ın zulmüne karşı Iraklılar için verdiği mücadeleleri de es geçmemek gerek.
Sınırlarını kendisi çizememiş bu halklar için barışa ve demokrasiye inanmış bir adam var karşımızda. Taşıdığı bu inançla ve yılların getirdiği birikimle yazdıkları çok önemli tespitler ve çözüm önerileri içeriyor. Gerek Türkiye'nin, Irak'ın geleceği, gerekse Kürt sorunu başlıca bir dert unsuru. Bunun yanında İran devrimine, Turgut Özal'ın danışmanlığını yaptığı dönemdeki Türk devlet mantalitesine ilişkin görüşleri, ABD'den Ortadoğu'ya bakışı yansıtması ve Irak savaşında takındığı tutumu özeleştiriyle birlikte vermesi üzerinde çok düşünülecek önemli bir bakış açısını yansıtıyor.
Kendisini, benim gibi, harita delisi olarak tanımlamasından mı, gitmek istediğim yerlere en önemli anları yaşayacak şekilde gitmesinden mi yoksa kendini geliştirmeye, yeni düşüncelere açık olmasından mı çok etkilendim karar veremiyorum. Ya da bir şehrin silüetini ya da bir dağ manzarasını içindeki tutkuyla birlikte yansıtmasını da seçeneklerin arasına ekleyebilirim. Ya da tüm bunları ona hayranlık duyduğum unsurlar olarak tanımlayabilirim. Mezopotamya Ekspresi doğrusal ilerlemeyen yolculuğunda durduğu her istasyonda ayrı bir tat, ayrı bir yaşanmışlık ve farklı duygular bırakarak yoluna devam ediyor. Tarihle, coğrafyayla, siyasetle, gazetecilikle ve bilhassa Ortadoğu ile ilgilenen herkes için muhteşem bir yolculuk. Yazar, kitabın sonunda soruyor, Ortadoğu Quo Vadis diye. Ancak cevabını '''yolculuğun kendisi varış notasından daha önemlidir'' diyen bir atasözünde buluyor. Ve bu yolculuğu hayatın kendisine sunduğu bir ödül olarak, yaşamının merkezine yerleştiriyor.
Mezopotamya Ekspresi
Cengiz Çandar
İletişim Yayınları, 630 sayfa
Saturday 8 February 2014
Beklentisiz Olcan Bu Hayatta
Tatil geldi ve ailesinden uzakta yaşayanlar onların yanına geldi, ailesiyle beraber olanlar da doğal olarak onlara daha fazla zaman ayırmaya başladı. Ancak aradaki kuşak farkı çoğu zaman ortak noktaların bulunamamasının acıklı bir sebebini oluşturuyor. Beraber yapacak etkinlik bulma sıkıntısını aşacak yollardan biri de sinema, özellikle aile filmleri.
Eyvah Eyvah 3, tam da bu minvalden bir film. Biz de aldık cipslerimiz çerezlerimizi tuttuk salonun yolunu.Serinin sadece ilk filmini seyretmeden gittiğim ikinci filmde karakterler aynı olmasına karşın bir şey kaçırdığımı düşünmemiştim.Bu filmde de yine ana karakterler oynamaya devam ediyor. Ön planda tabi ki Ata Demirer'in canlandırdığı çalgıcı Hüseyin ve Demet Akbağ'ın hayat verdiği 'bu fasulye yedi buçuk lira' şarkısıyla meşhur olan Füruzan var. İki başarılı ve komik oyuncunun seriyi biri diğerinin önüne çıkmadan götürmesi ayrı bir güzellik. Böylece hem film salt Ata Demirer'in komedyenlik ve taklit yeteneklerinden ibaret kalmıyor. Zaten filmin senaryosu da kopuk kopuk skeçler bütünü halinde değil, adamakıllı bir kurguyla ilerliyor. Yine de senaryonun klasik kötü adamlar-iyi adamlar, kaçırma-kaçırılma konularında olması bunu defalarca görmüş Türk izleyicisine bayat gelebilir.
Filmin konusuna gelince, ikinci filmin sonunda muradına eren Müjgan ve Hüseyin çiftinin artık bir bebekleri de vardır. Bebek demek ek sorumluluk demek. Bu sorumluluklarına bir de Hüseyin'in klarnetinin kırılması sonucu işsiz kalmasını getirdiği yük eklenir. Hüseyin, kayınpederi Edremit vasıtasıyla belediyede işe başlasa da mizacı buna uygun değildir. Tam umutsuzluğa kapılmışken kasabada düzenlenecek uluslararası festival hem onun için de hem de yöre halkı için fırsat kapısıdır. Ancak bu durum Erdal Bakkal rolünden aşina olduğumuz organizatörün işini bozacaktır. Olaylar da onun bu işi tekrar bağlamak için denediği her türlü yolla beraber gelişir.
Film yine o yöresel dokusunu bozmadan, abartısız ve doğal şive taklitleriyle ilerlerken izleyicinin yüzünde en sonda halinden memnun bir tebessüm oluşturmayı başarıyor. Öyle gülmekten yerlere yatıracak unutulmayacak esprilere sahip olmayan Türk usulü bir durum komedisi. Fazla beklentiye girmeyenleri ve klişelerden çok sıkılmayanları eğlendirecek bir yapım olmuş.
Tuesday 28 January 2014
Bol Acılı Drama: 12 Years a Slave
Köleliğin yaygın olduğu 1800'lü yıllarda, New York'ta kendi halinde ailesiyle yaşayan siyahi bir müzisyen olan Solomon, kendisiyle iş görüşmesi yapan sirk organizatörleriyle bolca içip sarhoş olduğu gecenin ertesinde, karanlık bir mahzende elleri ayakları zincirlenmiş biçimde uyanır. Kendisinin özgür olduğunu bunu ispatlayabileceğini söylese de dayaktan ve işkenceden başka bir karşılık alamaz ve güneye köle ticareti yapan adamlara satılır. Artık ismini, sahip olduğu itibarını ve en önemlisi yaşama zevkinin anahtarı olan özgürlüğünü kaybetmiştir. Ve onun için, filmin adından anlayacağımız üzere, 12 yıllık esaret süreci başlamıştır. Bu süre içinde iki kez elde değiştirir. Bir kölenin yaşayabileceği bütün acıları tadar. En sonunda özgür olduğu ispatlanır ve ailesinin yanına döner.
Film en az spoilerlı hali ve hepimizin tahmin edebileceği Hollywodvari finali böyle. Açıkçası bu filmi kölelik sorununa ilgi duyan Amerikan sinemasının başarılı örneklerini gördükten sonra izlemeye karar verdim desem de heyecanla bilgisayarın karşısına geçip merakla açmama sebep olan -itiraf ediyorum ki- 8.5 gibi çok yüksek bir imdb puanı ve bolca Oscar heykelciği kucaklama potansiyeliydi. Ancak filmin ilerlemesiyle bendeki heyecan da merak da söndü, bitse de gitsek durumuna düştüm. Bunda en çok pay da filmin salt acı ve dram üzerine kurulması seyirciyi de bununla etkilemeye çalışmasıydı. Rahatsız edici sahnelerin çokluğu ve acıların Mahsun Kırmızıgül'e rahmet okutturacak kadar gözümüze sokulmasına bir anlam veremedim. Yönetmen, efendileri gaddarlaştırarak, dökülen kanları, sökülen et parçalarını, kulaklarımızda şaklayan kırbaç seslerini göstermek istediyse amenna; ama bunun için koca bir film yapmasına gerek yokmuş. Film boyunca benim beklediğim ise bunlardan çok, özgürlüğünü kaybetmiş bir insanın köleliği kabullenemeyişinin ve isyanının gösterilmesiydi. Ancak olayların hızlı geliştiği ilk bir kaç sahne hariç böyle güçlü bir istek göremiyoruz. Karakterin durumu anlamsızca kabullenmesi seyirciyi gitgide bir umutsuzluk çukuruna çekiyor. Oysa ki bunu canlı tutsalar çok daha etkili olurdu çünkü seyirci Solomon'un kurtulacağını biliyor. Zaten kölelikten kurtuluş da bir umudun bir isyanın ya da bir çabanın sonucu değil de Brad Pitt'in canlandırdığı karakterin fazla didaktik diskurunun absürt bir şekilde filme dahil olmasıyla gerçekleşiyor. Filme nereden düştüğü belli olmayan bu karakter ve bu sahnenin gidişatı en çok belirleyen sahne olmasıysa daha feci bir durum bence.
Dikkatimi çeken bir diğer nokta da filmin adında geçen 12 yıllık zaman dilimini bir türlü anlayamamamız. Nerede ne kadar kaldı, hangi çiftlikte ne kadar acı çekti, bunlar hep muallak. En son sahnede biraz yaşlanmış gözüküyor ama o kadar. Son sahne demişken orada da benim hoşuma gitmeyen absürtlükler var ama bu kadar de yerden yere vurmayalım.
Filmde hiç mi olumlu yön yok? Elbette var. Bunca ödül kazanmış ve kazanması muhtemel filmin sıfır olduğu da iddia edilemez zaten. Ancak benim gözüme o kadar nokta battı ki onlara sıra gelmedi ama kölelik sorununu anlatan bir filmden beklentilerinizi karşılayabilecek fazla sürprizi olmayan şeyler bunlar.Öte yandan oyunculuklardan bahsedecek olursak, en iyi yardımcı erkek oyuncu adayı olan Michael Fassbender gaddar efendi rolünü olabilecek en iyi şekilde oynamış ve ödülün de favorilerinden gösteriliyor. Solomon'u canlandıran Chiwetel Ejiofor, yönetmenin vermek istediği dramı çok iyi yansıtmış ancak nice yaman pehlivanların alamadığı en iyi oyuncu ödülünü alabilir mi, tartışılır. Yönetmen Steve McQuenn ile ilgili yorumlarımı da filmle ilgili düşüncelerime bakarak çıkartmak kolay olsa gerek. Filmle ilgili en çok beğendiğim şey ise zenci işçilerin tarlalarda çalışırken söyledikleri şarkılar. Caz müziğin doğuşuna da bir gönderme olduğunu düşünmekle beraber, benim en hoşuma giden sahneler bunlardı.
Sonuç olarak; acı ve dram sosuna sonuna kadar bulandırılmış, abartılmış bir film 12 Years a Slave. Empati yapıcam, ağlıycam, duygulancam film çok iyi olmasa da olur diyorsanız tam size göre.
Künye:12 Years a Slave
Oyuncular: Chiwetel Ejiofo, Michael K. Williams, Michael Fassbender
Filmin müzikleri için; http://www.sinematopya.com/2013/11/12-years-slave-soundtrack.html
Buda ve Peşte
Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin z...
-
Saint-Simon, ilk sosyolog ilk sosyalist, Cemil Meriç'in 1964'te yayıma hazırlanan Hint Edebiyatı'ndan sonra çıkan ilk ...
-
Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin z...
-
Dertlerle kavrulmuş günlerde Yalnızız'ı elime aldığımda fark ediyorum ki, insanın kendi ile mücadele ettiği zamanlarda ruhunun de...