Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri
boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı
kültür ve medeniyetlerin zenginleştirmiş olduğu bu şehirdeki yazımız biraz daha
günlük gezi izlenimleri biçiminde ilerleyecek.
Budapeşte’deki ilk duraklardan
birisi St. Mary bazilikası gerçi her yerde aynı isimde bir bazilika görmeye
alıştım. Tuna nehrinden Peşte’ ye doğru girerken Central Europe University’ den
sonra harika dış cephesi ve kubbesiyle karşılaşınca girmeye karar verdim. Zorunlu
bağış olarak kabul ederler mi bilmem ama iki zloty atarak içeri girdim. Her
bölümde ayrı kubbelerin olduğu bazilikada ortadaki kubbe en büyük ve en
ihtişamlı olanı. Bazilika olduğundan içinde şapeller var. Sabah erken saate
güneşli bir günde geldiğimden içerisi kiliselerde alışık olmadığımız şekilde epey
aydınlık. Ana dua yerinde ayakta asasıyla duran İsa heykeli var. Vitraylarda
ise dua okuyan papazlar ve çarmıha gerilmiş İsa betimlenmiş. Devasa ana kubbede
İsa, havarileri ve melekler ile beraber tasvir edilmiş. Kubbenin göbeğinde yer
alan kutsal ruh mu bilmiyorum ama herhalde Hristiyanlarda tanrının doğrudan tasviri
yok. Şamdanlar ve duvarlardaki süslemeler altın kaplama en azından öyle gözüküyor,
farklı çeşitte ve renkte mermerler kullanılmış. Bazilika oldukça ferah ve geniş
ancak cemaat olma ruhu kubbelerin çatı olması sebebiyle kaybolmuyor. İçeride de
ilginç bir İspanyol rehbere denk geliyorum. Puskas’tan falan bahsediyor artık bazilikayla
ne ilgisi varsa.
Hostele doğru yola koyulmadan
önce tarihi Starbucks’a girip internet ve elektrikten faydalanıyorum. Bu sırada
ekvatorlu ama amerika’da yaşayan bir amca bana pegasustaki uçuşuyla ilgili
anlamadığı bir şey soruyor. Ben yardım ediyorum sonra İstanbul’dan açılan
muhabbet koyulaşıyor. Amcayla teyzeye baya tüyo verdim beni iyi anarlar
artık.
Hostele giderken büyük bir
ibadethane görüyorum. Dışarıdan kuzey afrika camilerine benziyor. Sonradan
sinagog olduğunu anlıyorum. Bir anda girip geziyim diyorum. Rehberli tura 27 tl
verdim. Bilet ofisindeki kız türk olduğumu anladı ama nasıl hiç bilmiyorum. Her
neyse erkekler içeri kipa takarak veya başlarını kapatarak girmek zorunda.
Çünkü yahudilere göre tanrı hepimizin üzerinde ve başı açıklık anladığım
kadarıyla kibir gibi karşılanıyor. Kadınlar için sadece evli ve yahudi olanlara
zorunluluk varmış ama bizim rehberin bile başına bir şey takmadığını düşünürsek
çok da sıkı bir kural değil gibi. Dış cephesinin aksine sinagogun içi daha çok
kiliseye benziyor. Yukarıda kadınlar için yer var. Kadın erkek ayrı ibadet
ediyor yani. Ama sıralara oturuluyor. Bu yönüyle islam-hristiyanlık karışımı
olmuş. İçeride Davud’un yıldızları var her yerde. Bu sinagog rehberin dediğine
göre Avrupa’nın en büyüğü dünyada ise ikinci, Vikipedi ise dünyada beşinci
olduğunu söylüyor. Sinagog yakın tarihli sayılır aslında. 1850’lerde yapılmış.
Tabi Nazi işgaline ve faşist Macarların baskılarına maruz kalmış olan yahudiler
için aynı zamanda bir Holokost müzesi işlevi görüyor. Dışarı kısımda daha çok
mezarlık ve anıtlardan oluşuyor, bir küçük sinagog daha vardı ama onu kışın
açıyorlarmış ısıtması kolay diye yahudi aklı işte. Yahudi devletinin kurulması
için çok çaba sarf eden Thedor Herzl’in doğduğu ev de burada ve müze olarak
kullanılıyor. Macaristan’da resmi olarak 100 bin Yahudi halen yaşıyor. Üç bini
ciddi olarak dini yaşıyor. Savaştan önce rakam sekiz yüz binmiş ve bunun altı
yüz bini katledilmiş. Bahçe kısmında kırkayağa benzer bir sembol var bu
havaların çok soğuk olduğu zamanda hiçbir tedarik olmadan Avusturya’ya sürülen
Yahudiler anısına yapılmış. Sinagog ve bahçesi etkileyici bir yerdi ve epey şey
öğrendim. Ayrıca bu sinagog Neogolian Yahudilerine aitmiş. Rehbere sinagoga Nazilerin
saldırıp saldırmadığını sordum, savaş sırasında üs olarak kullanıldığını
söyledi. Vikipedi’de bombardımandan zarar gördüğü yazıyor, Sovyetler gelince
ibadeti yasaklamışlar, bu yüzden sinagog ancak 1991’de açılabilmiş, 1998’de ise
restorasyonu tamamlanmış.
Sinagogtan sonra hostele uğrayıp
kısa bir dinlemeden sonra Hungary National Museum’a geçiyorum. Müze aslında Macarların
tarihi üzerine kurulmuş., ayrıca geçici sergiler falan da var. Türk olmanın
daha doğrusu AB'ye üye olmamanın kazığını bir kez daha yiyerek tam bilet
alıyorum. Polonya da Erasmus öğrencisiyim aslında ben de AB vatandaşı sayılırım
falan desem de gezinin geri kalanında da olacağı gibi gişe memuru yemedi. Neyse
müzenin başında doğal olarak ilk çağlardan beri hunların kendi deyişleriyle
macarların avrupaya olan göçleri anlatılıyor. Bunlar şimdiki Kafkasya, Orta Asya,
Rusya vb yerlerin steplerinden kopup gelerek Avrupa’ya yerleşmişler. Attila ya
dair bir şey göremedim belki adam barbar kabul ediliyor vs diye çok övündükleri
biri değildir veya macar saymıyorlardır onu falan desem de şehirde iki ana caddeye herifin ismini verdiklerinden
durumu çok da anlayamadım. Ama tipler bıyıklı iri yarı adamlar, çadır kültürü
var falan bunlarla cidden bir akrabalık var galiba, ama tabi Karadeniz’in
kuzeyinden gitmişler o yüzden Hristiyan olmuşlar vs herkesin bildiği hikaye.
Efenim bunlar 8-9 yy gibi iyice katolik oluyorlar orta çağa feodal beylerle
papazlarla tam teşekküllü giriyorlar. Fena bir devlet de değiller
bağımsızlıklarına düşkünler falan ama adamlar jeostrateji, jeopolitik konum
gibi şeylerden çok çekmişler. 15. Yüzyıl Osmanlı ile Habsburg hanedanları
arasında tampon bölge olarak geçmiş. Birinin baskısından kurtulsa öbürü
başlamış. Malum Mohaç meydan savaşıyla (1526) gelen ağır mağlubiyet sonucu
gitgide Osmanlı hâkimiyetine girmişler ve tam 150 yıl Türk işgali altında
kalmışlar. Biz her ne kadar yükselme devrini coşarak, dizi izler gibi öğrensek
de ve Osmanlı topraklarında hoşgörünün adaletin bulunduğuna inansak da
adamların açısından bakınca zor durum gerçekten. Sonuçta başka milletin
boyunduruğu altında esaret söz konusu. Neyse 1686 da Viyana kuşatmasını takiben
macarlar Buda’yı kurtarır ama Habsburglardan kurtulamazlar. Bundan sonra
isimleri de beraber anılır zaten. Türklerle olan mücadeleler ise devam eder,
ancak 1700’lü yıllarda Türkler uzaklaştırılır iyice. Bkz pasarofça antlaşması.
Müzede Türklerden kalan eserler de sergileniyor uşak halısı var mesela veya Süleyman’ın
bir portresi bulunuyor. Daha sonra 18-19. yüzyıllar derken savaşlar dönemine
geliyoruz. Macarlar en çok bu dönemlerde acı çekmiş. Yıllarca işgal ve
işkencelerden kurtulamamışlar ama bu konuyu terör müzesinde ele alalım.
Budapeşte’nin ilk akşamı yemek
yiyecek bir yer bulma çabasıyla geçti. Sonunda bir Türk restoranına girmeye
karar verdim. Doğrusu Türk yemeklerini özlemiştim. Ayıptır söylemesi ciğerin
yanına pilavla birlikte cacık aldım. Normalde memleketin insanlarını bu kadar
çabuk özleyeceğim aklıma gelmese de mekan sahibi ablada gördüğüm güler yüz beni
duygulandırdı. Aslında bende olan bu ikiliği anlayamıyorum. Bir yandan kendi
insanımıza çok kızar onu ülkeyi yaşanmayacak bir yer haline getirmekle
eleştirirken hatta Erasmus’a başladığımdan beri nerede Türk görsem kaçıyor
olmama rağmen insanımızın sıcaklığı misafirperverliği en azından bana bir başka
geliyor. Bu yüzden yemeği yerken ülkenin ne duruma geldiği insani bir yaşama
uygun olmaktan çıktığı birbirimizi boğduğumuz bir cehenneme dönüştüğü aklıma
geldikçe duygulandım. Yeryüzünün müstesna güzelliklerine ve onca kültür
zenginliğine ihanet edişimiz karşısında önce kendimize sonra tarihe nasıl hesap
veririz bilemem.
Budapeşte’ye dönecek olursak bu
şehrin bir de akşam görülmesi gerektiği hep söylenir. Ben de Tuna’nın
üzerindeki ışıldayan köprülerden birinden karşıya yani Buda'ya bol bol fotoğraf
çekerek gidiyorum. Benim kadim dostum haritamdan öğrendiğim kadarıyla Gül Baba
isimli bir Türk büyüğünün türbesi yakınmış. Az zahmetli bir yokuşun sonunda
yalnızca kontrplaklarla karşılaşıyorum, zira türbe müzeye falan dönüştürülmek
üzere restorasyona alınmış. Ben de kafama göre bir tramvaya atlıyorum gittiğim
yerleri beğenmeyip gerisin geriye dönüyorum. Önceki geceyi tren koltuğunda
geçirdiğimden ve sabahtan beri gezdiğimden iyice yorgun düşmüştüm. Buna rağmen
yine de Ruin Bar denilen harabelerin kafe, pub, bar vs gibi mekanlara dönüştürüldüğü
caddeye gittim. Ortam orijinal gerçekten. Bir yerden okuduğuma göre sovyetlerden
sonra gece hayatı şehirde canlandırılmak istenmiş, ama yeterli bütçe yokmuş.
Onlarda yaratıcılıklarını konuşturup hasarlı harabe haline gelmiş mekanları
bara puba çevirmişler. İyi de olmuş mekanlar da gayet ucuz. Ama yorgunluğa daha
fazla dayanamayıp Szimpla kertten çıkarak doğruca hostele gidip
yattım.
Ertesi sabah erken kalkarak buda
turuna başlıyorum. Önce en yüksek hedefi özgürlük heykelini gözüme kestiriyorum.
Parkın içinden tırmanarak heykele ulaştığımda Budapeşte’yi üç yüz altmış derece
olarak izleyebildim. Dikkatimi önce çeken uzaklarda görülen sovyet blokları
oldu, adamlar nasıl çirkin mimarisi varmış nasıl da güveniyorlarmış kendilerine
ki her yere istikrarlı olarak yapmışlar. Ünlü olan görüntüyü tasvir edecek olur
isem, tuna nehri şehri doğu ve batı olmak üzere bölüyor. Batı buda tarafı
kaleye, saraya ve eski yerleşimlere ev sahipliği yaparken, Peşte tarafı hayatın
yaşandığı iş yerlerinin avmlerin otellerin bulunduğu bölge haline gelmiş. Peşte
tarafı geniş bir ovaya yayılmışken Buda hep tepe hep vadi. Yerleşimin az olduğu
Buda da dağlar da yeşil bir örtü var ormandan çok makiye benziyor. Nehrin
üzerinde pek çok köprü var, hepsi farklı stilde ikisi epey süslü ikisi ise daha
modern ve çelik demir yüklü. Hepsinden ise araba veya tramvay geçiyor. Tuna’nın
en büyük yapısı parlemonta binası ama binanın cephesinin yönü şehre göre ters
olduğundan bence büyüklüğüne oranla yapı o kadar öne çıkmıyor. Yine de muhteşem
mimarisi olduğunu benim gibi gotik sevmeyen biri bile itiraf etmeli.
Citadelle denen tepedeki küçük
kale de takıldıktan sonra aşağı inip kaleye yöneliyorum. Kalenin girişinde Rönesans
bahçesi denen adı kadar güzel bir bahçe var. sonra malum Cüneyt Arkın
filmlerindeki gibi merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Dilimde de Estergon kalesi
türküsü eksik değil tabi. Köprülerden geçerken de tuna nehri akmam diyor diye
çığırıyordum, tuna ise umarsızca çılgınlar gibi akıyordu. Her neyse kalenin
tepesinde saray var. Bildiğiniz Roma hatta Paris Pantheon’u. Gerçi hepsi
birbirinden çakmış ama olsun bina güzel. Harika bir konumu var bütün şehre
hakim tepenin üzerine yayılmış. Sütunlardan oluşan bir girişin üzerine
kondurulan geniş bir kubbe var. İçerisi müzeye çevrilmiş Macar sanat galerisi
yapılmış. İçeri girmekte yine AB vatandaşlığı meselesi yüzünden tereddüt ettim.
Bile bile kazıklanmak hoş değil. Polonya vs diyerek şansımı denedim yemedi,
yine de girdim aman canım bir öğün yemek parası diyerek.Benim klasik kendimi
ikna yöntemim. Hoş Budapeşte’deki bütün müzelere girmek için kendime böyle bir
meşruiyet buldum her seferinde işe yaradı ama pişman da olmadım. Neyse sanata biraz
doyup ruhumuzu dinlendirdikten sonra Buda’yı keşfetmeye devam ediyoruz.
Kalenin az ilerisinde Mathias kilisesi
vardı. Paralı olmasına artık isyan ettim, kilise görmek için para vermek işime
gelmedi açıkçası. Ama kilisenin dışı muhteşem, yine gotik ama beyaz işlemelerin
üzerine kiremit renginde bir çatıyla çok zarif bir kilse olmuş. Normalde gotik
yapılar gözüme heybetli ama korkutucu gelir. Bütün o büyüklükleri ve uzun sivri
işleme ve eklemleri ile bir çirkinlik uyandırır bende. Ama Mathias kilisesi ve
parlamento binası bu fikrimi değiştirdi. İkisi de büyük ama zarif binalar
olabilmiş bence. Buda insanlardan izole olmuş tarih donmuş kalmış. O yüzden
turist yoğunluğunun olmadığı yerler çok sakin. Ama çok da estetik binalar var.
Bir kısmı otel bir kısmı restoran bir kısmı da müze yapılmış. Genel olarak iki
katı aşmayan, sıcak renklere boyanmış, kocaman ahşap kapı ve pencereleri olan
yapılardan oluşuyor mahalle. Arnavut kaldırımlarına basarak yürümek de ayrı bir
güzellik.
Tarihi füniküler diye
pazarladıkları bir şey var bence kimse binmemeli bilet fiyatını görüp koşarak
uzaklaşıyorum. İstanbullu tabirle yine karşıya Peşte’ye geçiyorum. Free walking
tour u kaçırdığımı öğreniyorum. Bu turlara daha önce Kopenhag ve Prag’da
katıldım, kitaplardan veya internetten öğrenmesi zor güzel hikayeleri bu süper İngilizce
konuşan yerli arkadaşlardan dinlemek mümkün. Üstelik bedava en son yalnızca
bahşiş alıyorlar ama buna değecek bir iş yaptıkları ortada. Ben de her neyse
diyorum şu metro biri deneyeyim. Bu metro ilginç bir şekilde Avrupa’nın en eski
dünyanın ikinci en eski metrosu. Yerin çok az altında iki vagon halinde
gidiyor. Zırıl zırıl öten bir düdüğü var. Herkes gibi bende New York’tan sonra
Paris veya Londra metrosunun yapıldığını düşünürdüm o yüzden şaşırtıcı oldu.
Bizim tünel var bir de ama o metro hattı olamamış yazık ki. Gerçi bu bilgiler
sonradan internetten baktığımda ihtilaflı geldi. Galiba en eski elektrikli
metro kıta Avrupas’sında Budapeşte metrosu. Ama dünyanın en eski metrosu diye
aratınca Londra metrosu ardından İstanbul tünel geliyor ama her neyse. Yanlış
ama harika bir yerde iniyorum. Önce resimlerini gördüğüm ama ziyareti
planlamadığım tarihi kaplıcayla karşılaşıyorum. Barok İtalyan mimarisiyle
havuzun etrafına bir tesis yapılmış. İçeride kocaman bir havuzda insanlar
termal suya giriyor. Konsept güzel hava ne kadar soğuk olsa da içerideki avluda
suya giriyorlar içki de serbestmiş, tam Avrupalı kafası. Burası zaten devasa
bir parkın içinde parkta da festival gibi bir şey var. Bedava veya çok ucuza ızgara
tatlı falan yapıp dağıtıyorlar ayrıca Budapeşte maratonu da aynı gün koşuluyormuş.
Oradan caddeye bağlanan yerde büyük bir meydan var. Bu meydan da Vatikan’ı
hatırlatmıyor değil. Sütunlar meydanın çevresine yayılmış, aralarında Macar
büyüklerinin heykelleri var. İki tane roman-barok müze karşılıklı konmuş.
Meydanın adı Sovyetler karşına ayaklanan Macarların isyanın kanlı bir şekilde
bastırılması sonucu orada iki bin şehit vermelerinden kahramanlar meydanı
olmuş. Epey geniş bir meydan heykellerle ve estekik binalarla süslendiğinden
insanı rahatsız etmiyor. Bu denli geniş meydanın çirkin olmaması özellikle Sovyet
tecrübesi olan bir şehir için başarı bence.
Meydandan House of Terror müzesine
geçiyorum. Alıştığımız müzeler gibi kocaman binaların aksine bir apartman
kullanılmış. Ancak müze epey modern. Girişte, Sovyetlerin katliam yaparken
kullandıklarına ihtimal verdiğim ama emin olmadığım bir tank var. O tankı da
oraya nasıl sokmuşlar hayatında inşaatları bayılarak izlemiş her Türk gibi
kafam buna takıldı. Herhalde önce tankı koyup sonra evi yapmışlar diyorum.
Tankın arkasındaki duvara ise kurbanların isimleri kazınmış. Müzenin konsepti
ise şöyle: Bu bahtsız Macarlar 1. Dünya savaşından sonra, önce Nazi eğilimli
faşist bir partinin yönetimine girerler sonradan direk nazi işgaline, savaş
bitiminde ise demir perde baskısına maruz kalırlar. Ülke bir kutuptan diğerine
gitmiştir ama değişmeyen korku baskı totaliter dünya görüşü olmuştur. Bunların
ardında kalan ise kan acı ve gözyaşıdır. Girişteki videodaki adam ise biri
affetmek zorunda diyordu. Affet ama unutma!
Neyse konu uzun ben yavaştan
üşümeye başladım. Hostelin yanında hoş bir kafeden bunları büyük keyifle yazıyorum.
Şimdi genel hatlarıyla Budapeşte
diyecek olursak, şehir çok güzel ama öyle bir anlattılar ki doğal olarak beklentimin
altında kaldı. Bence burası tam bir Avrupa şehri olamamış. Bir kere kırmızı ışıkta
geçen sürücü ve yayalar var. İşin şakası belki biraz kalabalık olmasından
düzensizlik hissettim şehirde. Çok harika yerler var ama tuna kıyısı gezmeye
çok müsait olmadığı gibi tarihi görüntünün arasından lüks ve modern bir otel
fırlayabiliyor. Biraz bakımsız olduğu üstünden tozu sirkelense çok daha güzel
olacağı söylenir. Müzelerinden epey bilgi edindim, değinilmemiş ya da benim ıskaladığım
noktalar var ama. Bir de genel olarak ucuz bir şehir, müzelerden şikayet etsem
de ödediğim para öyle ahım şahım değil. Eli yüzü düzgün mekanlarda yiyip içebilir
yani insan. Şaşırtıcı bir şey daha tramvaylara doğrudan atlıyorsunuz öncesinde
bilet basmaya falan gerek yok. Ancak içeride onaylatmanız veya daha önceden
geçerliliği olan biletle binmeniz gerekiyor. Bilet kontrolü ise ansızın beklemediğiniz
kişi tarafından yapılabilir, bana spor giyimli sırt çantasıyla üniversite
öğrencisine benzeyen bir kız denk geldi, her an her şey olabilir yani.
Üzüldüğüm nokta hiç Türk eseri görememem oldu. Görmeye çalıştığım da restore
ediliyordu. Bildiğim kadarıyla epey medrese cami yapılmış ancak galiba hepsi ya
dönüşmüş ya da yok edilmiş.
Budapeşte’yi iki günde elimden geldiğince hızlı ve etkili gezdiğimi
düşünüyorum. Orta Avrupa’nın kesinlikle görülmesi gereken tarih ve sanat dolu
bir şehri olduğunu söylemeden geçmeyelim.