Sunday 11 December 2016

Buda ve Peşte

budapeşte ile ilgili görsel sonucu

Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin zenginleştirmiş olduğu bu şehirdeki yazımız biraz daha günlük gezi izlenimleri biçiminde ilerleyecek.

Budapeşte’deki ilk duraklardan birisi St. Mary bazilikası gerçi her yerde aynı isimde bir bazilika görmeye alıştım. Tuna nehrinden Peşte’ ye doğru girerken Central Europe University’ den sonra harika dış cephesi ve kubbesiyle karşılaşınca girmeye karar verdim. Zorunlu bağış olarak kabul ederler mi bilmem ama iki zloty atarak içeri girdim. Her bölümde ayrı kubbelerin olduğu bazilikada ortadaki kubbe en büyük ve en ihtişamlı olanı. Bazilika olduğundan içinde şapeller var. Sabah erken saate güneşli bir günde geldiğimden içerisi kiliselerde alışık olmadığımız şekilde epey aydınlık. Ana dua yerinde ayakta asasıyla duran İsa heykeli var. Vitraylarda ise dua okuyan papazlar ve çarmıha gerilmiş İsa betimlenmiş. Devasa ana kubbede İsa, havarileri ve melekler ile beraber tasvir edilmiş. Kubbenin göbeğinde yer alan kutsal ruh mu bilmiyorum ama herhalde Hristiyanlarda tanrının doğrudan tasviri yok. Şamdanlar ve duvarlardaki süslemeler altın kaplama en azından öyle gözüküyor, farklı çeşitte ve renkte mermerler kullanılmış. Bazilika oldukça ferah ve geniş ancak cemaat olma ruhu kubbelerin çatı olması sebebiyle kaybolmuyor. İçeride de ilginç bir İspanyol rehbere denk geliyorum. Puskas’tan falan bahsediyor artık bazilikayla ne ilgisi varsa.

Hostele doğru yola koyulmadan önce tarihi Starbucks’a girip internet ve elektrikten faydalanıyorum. Bu sırada ekvatorlu ama amerika’da yaşayan bir amca bana pegasustaki uçuşuyla ilgili anlamadığı bir şey soruyor. Ben yardım ediyorum sonra İstanbul’dan açılan muhabbet koyulaşıyor. Amcayla teyzeye baya tüyo verdim beni iyi anarlar artık. 

Hostele giderken büyük bir ibadethane görüyorum. Dışarıdan kuzey afrika camilerine benziyor. Sonradan sinagog olduğunu anlıyorum. Bir anda girip geziyim diyorum. Rehberli tura 27 tl verdim. Bilet ofisindeki kız türk olduğumu anladı ama nasıl hiç bilmiyorum. Her neyse erkekler içeri kipa takarak veya başlarını kapatarak girmek zorunda. Çünkü yahudilere göre tanrı hepimizin üzerinde ve başı açıklık anladığım kadarıyla kibir gibi karşılanıyor. Kadınlar için sadece evli ve yahudi olanlara zorunluluk varmış ama bizim rehberin bile başına bir şey takmadığını düşünürsek çok da sıkı bir kural değil gibi. Dış cephesinin aksine sinagogun içi daha çok kiliseye benziyor. Yukarıda kadınlar için yer var. Kadın erkek ayrı ibadet ediyor yani. Ama sıralara oturuluyor. Bu yönüyle islam-hristiyanlık karışımı olmuş. İçeride Davud’un yıldızları var her yerde. Bu sinagog rehberin dediğine göre Avrupa’nın en büyüğü dünyada ise ikinci, Vikipedi ise dünyada beşinci olduğunu söylüyor. Sinagog yakın tarihli sayılır aslında. 1850’lerde yapılmış. Tabi Nazi işgaline ve faşist Macarların baskılarına maruz kalmış olan yahudiler için aynı zamanda bir Holokost müzesi işlevi görüyor. Dışarı kısımda daha çok mezarlık ve anıtlardan oluşuyor, bir küçük sinagog daha vardı ama onu kışın açıyorlarmış ısıtması kolay diye yahudi aklı işte. Yahudi devletinin kurulması için çok çaba sarf eden Thedor Herzl’in doğduğu ev de burada ve müze olarak kullanılıyor. Macaristan’da resmi olarak 100 bin Yahudi halen yaşıyor. Üç bini ciddi olarak dini yaşıyor. Savaştan önce rakam sekiz yüz binmiş ve bunun altı yüz bini katledilmiş. Bahçe kısmında kırkayağa benzer bir sembol var bu havaların çok soğuk olduğu zamanda hiçbir tedarik olmadan Avusturya’ya sürülen Yahudiler anısına yapılmış. Sinagog ve bahçesi etkileyici bir yerdi ve epey şey öğrendim. Ayrıca bu sinagog Neogolian Yahudilerine aitmiş. Rehbere sinagoga Nazilerin saldırıp saldırmadığını sordum, savaş sırasında üs olarak kullanıldığını söyledi. Vikipedi’de bombardımandan zarar gördüğü yazıyor, Sovyetler gelince ibadeti yasaklamışlar, bu yüzden sinagog ancak 1991’de açılabilmiş, 1998’de ise restorasyonu tamamlanmış.

budapeşte sinagog ile ilgili görsel sonucu

                                                                                                                            
Sinagogtan sonra hostele uğrayıp kısa bir dinlemeden sonra Hungary National Museum’a geçiyorum. Müze aslında Macarların tarihi üzerine kurulmuş., ayrıca geçici sergiler falan da var. Türk olmanın daha doğrusu AB'ye üye olmamanın kazığını bir kez daha yiyerek tam bilet alıyorum. Polonya da Erasmus öğrencisiyim aslında ben de AB vatandaşı sayılırım falan desem de gezinin geri kalanında da olacağı gibi gişe memuru yemedi. Neyse müzenin başında doğal olarak ilk çağlardan beri hunların kendi deyişleriyle macarların avrupaya olan göçleri anlatılıyor. Bunlar şimdiki Kafkasya, Orta Asya, Rusya vb yerlerin steplerinden kopup gelerek Avrupa’ya yerleşmişler. Attila ya dair bir şey göremedim belki adam barbar kabul ediliyor vs diye çok övündükleri biri değildir veya macar saymıyorlardır onu falan desem de şehirde iki  ana caddeye herifin ismini verdiklerinden durumu çok da anlayamadım. Ama tipler bıyıklı iri yarı adamlar, çadır kültürü var falan bunlarla cidden bir akrabalık var galiba, ama tabi Karadeniz’in kuzeyinden gitmişler o yüzden Hristiyan olmuşlar vs herkesin bildiği hikaye. Efenim bunlar 8-9 yy gibi iyice katolik oluyorlar orta çağa feodal beylerle papazlarla tam teşekküllü giriyorlar. Fena bir devlet de değiller bağımsızlıklarına düşkünler falan ama adamlar jeostrateji, jeopolitik konum gibi şeylerden çok çekmişler. 15. Yüzyıl Osmanlı ile Habsburg hanedanları arasında tampon bölge olarak geçmiş. Birinin baskısından kurtulsa öbürü başlamış. Malum Mohaç meydan savaşıyla (1526) gelen ağır mağlubiyet sonucu gitgide Osmanlı hâkimiyetine girmişler ve tam 150 yıl Türk işgali altında kalmışlar. Biz her ne kadar yükselme devrini coşarak, dizi izler gibi öğrensek de ve Osmanlı topraklarında hoşgörünün adaletin bulunduğuna inansak da adamların açısından bakınca zor durum gerçekten. Sonuçta başka milletin boyunduruğu altında esaret söz konusu. Neyse 1686 da Viyana kuşatmasını takiben macarlar Buda’yı kurtarır ama Habsburglardan kurtulamazlar. Bundan sonra isimleri de beraber anılır zaten. Türklerle olan mücadeleler ise devam eder, ancak 1700’lü yıllarda Türkler uzaklaştırılır iyice. Bkz pasarofça antlaşması. Müzede Türklerden kalan eserler de sergileniyor uşak halısı var mesela veya Süleyman’ın bir portresi bulunuyor. Daha sonra 18-19. yüzyıllar derken savaşlar dönemine geliyoruz. Macarlar en çok bu dönemlerde acı çekmiş. Yıllarca işgal ve işkencelerden kurtulamamışlar ama bu konuyu terör müzesinde ele alalım.


Budapeşte’nin ilk akşamı yemek yiyecek bir yer bulma çabasıyla geçti. Sonunda bir Türk restoranına girmeye karar verdim. Doğrusu Türk yemeklerini özlemiştim. Ayıptır söylemesi ciğerin yanına pilavla birlikte cacık aldım. Normalde memleketin insanlarını bu kadar çabuk özleyeceğim aklıma gelmese de mekan sahibi ablada gördüğüm güler yüz beni duygulandırdı. Aslında bende olan bu ikiliği anlayamıyorum. Bir yandan kendi insanımıza çok kızar onu ülkeyi yaşanmayacak bir yer haline getirmekle eleştirirken hatta Erasmus’a başladığımdan beri nerede Türk görsem kaçıyor olmama rağmen insanımızın sıcaklığı misafirperverliği en azından bana bir başka geliyor. Bu yüzden yemeği yerken ülkenin ne duruma geldiği insani bir yaşama uygun olmaktan çıktığı birbirimizi boğduğumuz bir cehenneme dönüştüğü aklıma geldikçe duygulandım. Yeryüzünün müstesna güzelliklerine ve onca kültür zenginliğine ihanet edişimiz karşısında önce kendimize sonra tarihe nasıl hesap veririz bilemem.

Budapeşte’ye dönecek olursak bu şehrin bir de akşam görülmesi gerektiği hep söylenir. Ben de Tuna’nın üzerindeki ışıldayan köprülerden birinden karşıya yani Buda'ya bol bol fotoğraf çekerek gidiyorum. Benim kadim dostum haritamdan öğrendiğim kadarıyla Gül Baba isimli bir Türk büyüğünün türbesi yakınmış. Az zahmetli bir yokuşun sonunda yalnızca kontrplaklarla karşılaşıyorum, zira türbe müzeye falan dönüştürülmek üzere restorasyona alınmış. Ben de kafama göre bir tramvaya atlıyorum gittiğim yerleri beğenmeyip gerisin geriye dönüyorum. Önceki geceyi tren koltuğunda geçirdiğimden ve sabahtan beri gezdiğimden iyice yorgun düşmüştüm. Buna rağmen yine de Ruin Bar denilen harabelerin kafe, pub, bar vs gibi mekanlara dönüştürüldüğü caddeye gittim. Ortam orijinal gerçekten. Bir yerden okuduğuma göre sovyetlerden sonra gece hayatı şehirde canlandırılmak istenmiş, ama yeterli bütçe yokmuş. Onlarda yaratıcılıklarını konuşturup hasarlı harabe haline gelmiş mekanları bara puba çevirmişler. İyi de olmuş mekanlar da gayet ucuz. Ama yorgunluğa daha fazla dayanamayıp Szimpla kertten çıkarak doğruca hostele gidip yattım. 


Ertesi sabah erken kalkarak buda turuna başlıyorum. Önce en yüksek hedefi özgürlük heykelini gözüme kestiriyorum. Parkın içinden tırmanarak heykele ulaştığımda Budapeşte’yi üç yüz altmış derece olarak izleyebildim. Dikkatimi önce çeken uzaklarda görülen sovyet blokları oldu, adamlar nasıl çirkin mimarisi varmış nasıl da güveniyorlarmış kendilerine ki her yere istikrarlı olarak yapmışlar. Ünlü olan görüntüyü tasvir edecek olur isem, tuna nehri şehri doğu ve batı olmak üzere bölüyor. Batı buda tarafı kaleye, saraya ve eski yerleşimlere ev sahipliği yaparken, Peşte tarafı hayatın yaşandığı iş yerlerinin avmlerin otellerin bulunduğu bölge haline gelmiş. Peşte tarafı geniş bir ovaya yayılmışken Buda hep tepe hep vadi. Yerleşimin az olduğu Buda da dağlar da yeşil bir örtü var ormandan çok makiye benziyor. Nehrin üzerinde pek çok köprü var, hepsi farklı stilde ikisi epey süslü ikisi ise daha modern ve çelik demir yüklü. Hepsinden ise araba veya tramvay geçiyor. Tuna’nın en büyük yapısı parlemonta binası ama binanın cephesinin yönü şehre göre ters olduğundan bence büyüklüğüne oranla yapı o kadar öne çıkmıyor. Yine de muhteşem mimarisi olduğunu benim gibi gotik sevmeyen biri bile itiraf etmeli. 


Citadelle denen tepedeki küçük kale de takıldıktan sonra aşağı inip kaleye yöneliyorum. Kalenin girişinde Rönesans bahçesi denen adı kadar güzel bir bahçe var. sonra malum Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Dilimde de Estergon kalesi türküsü eksik değil tabi. Köprülerden geçerken de tuna nehri akmam diyor diye çığırıyordum, tuna ise umarsızca çılgınlar gibi akıyordu. Her neyse kalenin tepesinde saray var. Bildiğiniz Roma hatta Paris Pantheon’u. Gerçi hepsi birbirinden çakmış ama olsun bina güzel. Harika bir konumu var bütün şehre hakim tepenin üzerine yayılmış. Sütunlardan oluşan bir girişin üzerine kondurulan geniş bir kubbe var. İçerisi müzeye çevrilmiş Macar sanat galerisi yapılmış. İçeri girmekte yine AB vatandaşlığı meselesi yüzünden tereddüt ettim. Bile bile kazıklanmak hoş değil. Polonya vs diyerek şansımı denedim yemedi, yine de girdim aman canım bir öğün yemek parası diyerek.Benim klasik kendimi ikna yöntemim. Hoş Budapeşte’deki bütün müzelere girmek için kendime böyle bir meşruiyet buldum her seferinde işe yaradı ama pişman da olmadım. Neyse sanata biraz doyup ruhumuzu dinlendirdikten sonra Buda’yı keşfetmeye devam ediyoruz. 


Kalenin az ilerisinde Mathias kilisesi vardı. Paralı olmasına artık isyan ettim, kilise görmek için para vermek işime gelmedi açıkçası. Ama kilisenin dışı muhteşem, yine gotik ama beyaz işlemelerin üzerine kiremit renginde bir çatıyla çok zarif bir kilse olmuş. Normalde gotik yapılar gözüme heybetli ama korkutucu gelir. Bütün o büyüklükleri ve uzun sivri işleme ve eklemleri ile bir çirkinlik uyandırır bende. Ama Mathias kilisesi ve parlamento binası bu fikrimi değiştirdi. İkisi de büyük ama zarif binalar olabilmiş bence. Buda insanlardan izole olmuş tarih donmuş kalmış. O yüzden turist yoğunluğunun olmadığı yerler çok sakin. Ama çok da estetik binalar var. Bir kısmı otel bir kısmı restoran bir kısmı da müze yapılmış. Genel olarak iki katı aşmayan, sıcak renklere boyanmış, kocaman ahşap kapı ve pencereleri olan yapılardan oluşuyor mahalle. Arnavut kaldırımlarına basarak yürümek de ayrı bir güzellik. 

budapest matthias church ile ilgili görsel sonucu

Tarihi füniküler diye pazarladıkları bir şey var bence kimse binmemeli bilet fiyatını görüp koşarak uzaklaşıyorum. İstanbullu tabirle yine karşıya Peşte’ye geçiyorum. Free walking tour u kaçırdığımı öğreniyorum. Bu turlara daha önce Kopenhag ve Prag’da katıldım, kitaplardan veya internetten öğrenmesi zor güzel hikayeleri bu süper İngilizce konuşan yerli arkadaşlardan dinlemek mümkün. Üstelik bedava en son yalnızca bahşiş alıyorlar ama buna değecek bir iş yaptıkları ortada. Ben de her neyse diyorum şu metro biri deneyeyim. Bu metro ilginç bir şekilde Avrupa’nın en eski dünyanın ikinci en eski metrosu. Yerin çok az altında iki vagon halinde gidiyor. Zırıl zırıl öten bir düdüğü var. Herkes gibi bende New York’tan sonra Paris veya Londra metrosunun yapıldığını düşünürdüm o yüzden şaşırtıcı oldu. Bizim tünel var bir de ama o metro hattı olamamış yazık ki. Gerçi bu bilgiler sonradan internetten baktığımda ihtilaflı geldi. Galiba en eski elektrikli metro kıta Avrupas’sında Budapeşte metrosu. Ama dünyanın en eski metrosu diye aratınca Londra metrosu ardından İstanbul tünel geliyor ama her neyse. Yanlış ama harika bir yerde iniyorum. Önce resimlerini gördüğüm ama ziyareti planlamadığım tarihi kaplıcayla karşılaşıyorum. Barok İtalyan mimarisiyle havuzun etrafına bir tesis yapılmış. İçeride kocaman bir havuzda insanlar termal suya giriyor. Konsept güzel hava ne kadar soğuk olsa da içerideki avluda suya giriyorlar içki de serbestmiş, tam Avrupalı kafası. Burası zaten devasa bir parkın içinde parkta da festival gibi bir şey var. Bedava veya çok ucuza ızgara tatlı falan yapıp dağıtıyorlar ayrıca Budapeşte maratonu da aynı gün koşuluyormuş. Oradan caddeye bağlanan yerde büyük bir meydan var. Bu meydan da Vatikan’ı hatırlatmıyor değil. Sütunlar meydanın çevresine yayılmış, aralarında Macar büyüklerinin heykelleri var. İki tane roman-barok müze karşılıklı konmuş. Meydanın adı Sovyetler karşına ayaklanan Macarların isyanın kanlı bir şekilde bastırılması sonucu orada iki bin şehit vermelerinden kahramanlar meydanı olmuş. Epey geniş bir meydan heykellerle ve estekik binalarla süslendiğinden insanı rahatsız etmiyor. Bu denli geniş meydanın çirkin olmaması özellikle Sovyet tecrübesi olan bir şehir için başarı bence.

budapeşte termal havuz ile ilgili görsel sonucu


Meydandan House of Terror müzesine geçiyorum. Alıştığımız müzeler gibi kocaman binaların aksine bir apartman kullanılmış. Ancak müze epey modern. Girişte, Sovyetlerin katliam yaparken kullandıklarına ihtimal verdiğim ama emin olmadığım bir tank var. O tankı da oraya nasıl sokmuşlar hayatında inşaatları bayılarak izlemiş her Türk gibi kafam buna takıldı. Herhalde önce tankı koyup sonra evi yapmışlar diyorum. Tankın arkasındaki duvara ise kurbanların isimleri kazınmış. Müzenin konsepti ise şöyle: Bu bahtsız Macarlar 1. Dünya savaşından sonra, önce Nazi eğilimli faşist bir partinin yönetimine girerler sonradan direk nazi işgaline, savaş bitiminde ise demir perde baskısına maruz kalırlar. Ülke bir kutuptan diğerine gitmiştir ama değişmeyen korku baskı totaliter dünya görüşü olmuştur. Bunların ardında kalan ise kan acı ve gözyaşıdır. Girişteki videodaki adam ise biri affetmek zorunda diyordu. Affet ama unutma! 

budapest house of terror ile ilgili görsel sonucu

Neyse konu uzun ben yavaştan üşümeye başladım. Hostelin yanında hoş bir kafeden bunları büyük keyifle yazıyorum.
Şimdi genel hatlarıyla Budapeşte diyecek olursak, şehir çok güzel ama öyle bir anlattılar ki doğal olarak beklentimin altında kaldı. Bence burası tam bir Avrupa şehri olamamış. Bir kere kırmızı ışıkta geçen sürücü ve yayalar var. İşin şakası belki biraz kalabalık olmasından düzensizlik hissettim şehirde. Çok harika yerler var ama tuna kıyısı gezmeye çok müsait olmadığı gibi tarihi görüntünün arasından lüks ve modern bir otel fırlayabiliyor. Biraz bakımsız olduğu üstünden tozu sirkelense çok daha güzel olacağı söylenir. Müzelerinden epey bilgi edindim, değinilmemiş ya da benim ıskaladığım noktalar var ama. Bir de genel olarak ucuz bir şehir, müzelerden şikayet etsem de ödediğim para öyle ahım şahım değil. Eli yüzü düzgün mekanlarda yiyip içebilir yani insan. Şaşırtıcı bir şey daha tramvaylara doğrudan atlıyorsunuz öncesinde bilet basmaya falan gerek yok. Ancak içeride onaylatmanız veya daha önceden geçerliliği olan biletle binmeniz gerekiyor. Bilet kontrolü ise ansızın beklemediğiniz kişi tarafından yapılabilir, bana spor giyimli sırt çantasıyla üniversite öğrencisine benzeyen bir kız denk geldi, her an her şey olabilir yani. Üzüldüğüm nokta hiç Türk eseri görememem oldu. Görmeye çalıştığım da restore ediliyordu. Bildiğim kadarıyla epey medrese cami yapılmış ancak galiba hepsi ya dönüşmüş ya da yok edilmiş. 

Budapeşte’yi iki günde elimden geldiğince hızlı ve etkili gezdiğimi düşünüyorum. Orta Avrupa’nın kesinlikle görülmesi gereken tarih ve sanat dolu bir şehri olduğunu söylemeden geçmeyelim.


budapeşte ile ilgili görsel sonucu


Saturday 5 November 2016

Kazimierz 'The Great'

kazimierz krakow ariel ile ilgili görsel sonucu


Güneşli bir cumartesi günü oturduğum mahalleyi keşfetmek üzere dışarı çıkıyorum. Hava soğuk olsa da ışıltılı gökyüzü ve meydanın hareketliliği insanın içini ısıtmaya yetiyor. Free walking tour için belirlenen buluşma noktası olan eski sinagoga doğru yol alıyorum. Artık görmeye alıştığım üzere harika ingilizce konuşan iki rehberden birinin grubuna dahil oluyorum.




Kazimierz Yahudiler'in yaşadıkları, fişlendikleri, sürüldükleri ve öldükleri bir yer olduğundan hikayemiz Polanya Yahudilerinin tarihiyle eşzamanlı ilerleyecek. Krakow'un tarihinin de çok eskiye dayanmadığını hesaba katarsak önce yahudilerden bahsetmek daha doğru olur. Müslümanların 7.yüzyılda geniş fetih(işgal) hareketlerinden sonra ağırlıklı olarak pers coğrafyasında yaşayan yahudilerin kimi rahatını bozmazken kimi kendilerine yeni yutlar aramaya koyulmuş. Kuzeye ve Doğu Avrupa'ya gidenler Aşkenaz, Endülüse doğru gidenler Seferad yahudileri olarak adlandıırılırlar. Krakow'a ilk gelenler henüz Polonya hristiyanlaşmadan orada bulunan Aşkenazlar. 10.yüzyıldan itibaren Buhara ve Kiev üzerinden Polonya'ya gelmişler. Slav-germen karışımı olan bu grup yine ibranice-almanca karması bir dil olan Yiddiş konuşuyorlar. Daha sonra gelenler ise 15. yüzyılda yurtlarından çıkarılan ve doğuya göç eden seferad yahudileri. Tabi bu yüzyılda ve daha sonrakilerde yahudiler toplumların başına herhangi bir bela geldiklerinde suçlanacak ilk topluluklardan biri olduğundan (çingenleri de unutmayalım) gettolarda yaşamaya mecbur kalmışlar. Gerçi bunda hem kendilerinin hem de diğer toplumların payı olduğunu iddia edenler de var. Onlara göre bir cemaat halinde yaşamak hem kimliklerini korumlarını hem de tehlikelerden kaçınmaları için gerekliydi. İşte bir rivayete göre krakow'da meydana gelen bir yangından bir başkasına göre ise vebadan yine yahudiler bir şekilde sorumlu tutulmuşlar ve ağırlıklı olarak yaşadıkları üniversite bölgesinden çıkarılmaları için halk ve medya ( yok tabi o zaman öyle şeyler) krala baskı yapmışlar. Kral adı üstünde the Great Kazimierz yahudileri şehrin dışında bir bölgeye taşımaya karar vermiş, bu mahalle de zaten kralın adını taşımakta. Kral her ne kadar ''the Peasants' King'' diye anılsa ve her ne kadar soylu ve zenginlerin yanında fakiri ve zayıfları savunmuş olsa da (iyi edebiyat çıkar buradan), yahudileri bu mahalleye babasının hayrına yerleştirmiyor. O dönemde vergiler doğrudan krala gittiğinden kral yahudileri ülkeden sürerek önemli bir gelirden mahrum olmak istemediğinden böyle bir karar alıyor. Ama yahudilere geniş haklar veren fermanlar çıkarttığı , yahudi çocuklarının kaçırılarak zorla vaftiz edilmesini yasakladığı da göz önüne alındığında onun döneminin neden yahudiler için huzur ve refah yılları olarak anıldığı anlaşılıyor.
                                      kazimierz krakow old synagogue ile ilgili görsel sonucu

Turumuzun başladığı yer olan eski sinagog önce gotik mimariyle yapılmışsa da bir kez yıkıldıktan sonra rönesans mimarisine uygun olarak yapılmış. Ancak tabi ki o dönem azınlıkta olan ve bir devlete sahip olmayan bu topluluğun büyük ve gösterişli bir sinagoga sahip olduklarını düşünmemek lazım. Gayet sade olan yapı kadınlar için bitişiğinde ayrı bir ibadethane barındırıyor. Yahudilerde hala çocukların kız erkek ayrı olarak okula gittiklerini düşündüğümüzde ibadette böyle bir ayrılık şaşırtıcı değil. 2. Dünya Savaşında Naziler tarafından güzel bir cephanelik olacağı düşünülmüş. Sadece çatısının yıkılmasıyla savaşı atlatabilmiş.

Eski sinagogdan yenisine geçiyoruz. Burası yeni sinagog diye anıldığı gibi Remah sinagogu olarak da biliniyor. Remah talmud ve tevrata Aşkenaz yahudilerinin gelenek görenekleriyle uyumlu yorumlar getirmesiyle ünlü olmuş bir haham. Yahudilerin bilindiği üzere detaylı bir şeriatı var (evet kurallar bütünü olunca buna şeriat deniyor ). Ancak dünyanın her tarafında bu şeriatı tek bir formda algılamanın doğru olmayacağına kanaat getiren ve coğrafi farklılıkların kültür ve gelenklerin dikkate alınmasını savunan Remah yorumlarıyla ortodoks Yahudi şeriatında önemli bir yer tutuyor. Ortodoks yahudilikten de biraz bahsedelim. Yahudi anneden doğmayı bu dinin parçası olmak için şart koşan bu yaklaşım Tevratı yazılı ve Sina dağında Musa'ya söylenen sözlü versiyonunu birlikte ele alıyor. Ortodoks yaklaşımlı daha modern ve reform yanlıları arasındaki tartışma şeriatın (halakha) kurallarının uygulanma şartlarıyla ilgili. Halakha islamdaki şeriat gibi sadece dini yaşamı düzenlemekle kalmıyor aynı zamanda dine ait olmayan seküler konularda da hükümler içeriyor. Yahudiler arasındaki bu dini entellektüel tartışma Haskalah adı verilen aydınlanma döneminde artarak devam ediyor. Haskalah döneminin öne çıkan özelliği yahudi hukukunun günlük hayatı daha az bağlar hale getirilmek istenmesidir. Toplumların sekülerleştiği zamanlarda ortaya çıktığı gözlenen bu düşünceyle yorumcu Rabbilerin sıkı bir şekilde düzenlediği yaşam kurallarının esnetilmesi söz konusudur. Bu konu din ve sekülerleşme hukuk sisteminin değişimiyle doğrudan bağlantılı. Ayrıntılı bilgi için kutsal bilgi kaynağına yönlediyorum -> https://en.wikipedia.org/wiki/Halakha . İlgilenmeyenler devam edebilir.

Eski ve yeni sinagog arasında kalan bölge aslında bir meydan ve günümüzde şık yahudi restoranlarıyla dolu. Burada ünlü kozmetik firması sahibi helena rubinstein'ın (seksi fotoları için...) doğduğu yeşil evi görmek mümkün. Anlatılan göre kendisi fakir fakir yaşarken yine beş parasız ve dil bilmeksizin Avustralyaya gider. Büyükannesinin kreminin avustralyalı kadın işçilerin güneş yanıklarına iyi geldiğini fark edince bahtı açılır. Oradan sdneyde güzellik salonu ile başlar ve dünyanın en zengin kadınlarından bir olur. Yahudilerden böyle bir zenginlik hikayesi duymak tabi ki şaşırtıcı değil.

16. ve 17. yüzyıllar Polonya Yahudileri için huzur ve refah içinde devam etmekteyken kuzeyde balık tutmaktan sıkılan İsveçliler Polonyayı işgale girişir. Başkent krakow'u almadan önce dinlenmek ve daha iyi hazırlnamak için kazimierz i aradan çıkarırlar. İseçliler krakow'u almadan giderler ancak Kazimierz'i özgürleştirmek için mahalleliden haraç talep ederler. Zavallı halkın malı mülkü zaten isveç işgalinde erimiştir, bir de bu utanmaz adamlar halkı sömürdükleri halde hala para istediklerinden çareyi bankaya gitmekte bulurlar. Tabi o zamanlar para ve imanın bulunduğunu bildiğimiz Kiliseden borç alırlar. Borca artık nasıl bir faiz yüklenmişse iki yüzyıl boyunca yahudiler yeni bir mabet yapacak parayı bile bir araya getiremezler veya parayı oraya harcamak istemezler. Her neyse yıllar sonra inşa edilen sinagogu da yapa yapa ilerici yahudiler yapar. Bu adamları 'genç yahudiler rahatsız' başlıklarından hatırlarsınız. Bu arkadaşlar elalem bu yahudilerden niye herkes nefret ediyor, acaba sorun onlar da değil de bizde mi, yoksa seçilmiş millet biz değil miyiz, Tanrı cidden var mı (tövbe haşa) diye sorgulamalara girişmişler. Toplumda dışlanmışlığa son vermek için adımlar atmışlar, yaptıkları sinagog bu yüzden yahudi gettosunun hemen dışına Krakow'a giden yol üzerinde yer alıyor. Normal Polanyalılara benzer kıyafetler giyip onların dilini konuşmuşlar. Yani daha fazla entegrasyon için uğraşmışlar. Bu ilerici reformcu Yahudiler karma ibadet yasağını kaldırmışlar, değişiklik olsun diye sinagogun adını Temple koymular ki yahudilere göre yagane temple Kudüs'tedir. Bunların çıkardıkları icatlar bitmek bilmiyor tabi. Dinin etik yönünün ritüellerine üstün olduğunu, yahudi hukukunun aslında bağlayıcı olmadığını iddia edip dış etkilere ve değerlere açık olunması gerektiğini savunmuşlar. Anlayacağınız adamlar liberal çıktı Rıza baba!

                                          kazimierz krakow synagauge tempel ile ilgili görsel sonucu

Kazimierz' in genel hatlarıyla hikayesi böyle. Temple'ın yapıldığı sıralar (1860-1862) Avusturya-Macaristana bağlı olan Krakow, 1918 yılında bağımsız polanyanın bir vilayetidir artık. Ancak Polanya yüzyılların ardından gelen bağımsızlığın sevincini yaşayamadan Naziler gelir. Yani yahudiler için en büyük felaket. Savaşın başlangıcında facianın bu denli büyüyeceğini kimse hayal etmiyordu. Naziler geldiklerinde yahudileri önce tespit ettiler. Sonra yavaş yavaş aşağılamaya ve dışlamaya başladılar. İşlerini ellerinden aldılar, gıdaya erişimlerini engellediler. Daha sonra Wisla nehrinin karşı tarafına yeni bir getto inşa ettiler. Durum her geçen gün kötüleşiyordu ancak bunun zamana yayılması mevcut duruma alışmayı da beraberinde getiriyordu. Yani toplu taşımayı kullanmlarının yasaklanmasına verdikleri tepki ile yeni inşa edilen gettoya taşınmaya zorlanmalarına verdikleri arasında pek fark yoktu. Bunun yanında Nazilerin daima yalan söyledikleri, umutları hep kasten canlı tuttuklarını da unutmamak lazım. Ancak yaşam koşulları çekilmez olmaya devam ediyordu. Kazimierzden çıkarılmışlardı, mahallemiz ise hırsıza, uğursuza kalmıştı. Mahalle, savaş bittikten sonra bile intihar etmek isteyenlere tavsiye edeilen bir numaralı mekan olmaya devam eder. Nehrin öbür tarafı ise trajediye sahne oluyordu. Naziler gettoyu çalışabilecek ve çalışmayacak yahudiler olmak üzere ikiye ayırırlar, ancak bunu daha çabuk ölecek olanlar ve biraz çalışıp ondan sonra ölecek olanlar diye de anlayabiliriz. Kullanışlı olmak kimi zaman hayatta kalabilme umuduydu, bu umudu veren de mavi damgalar. Mavi damgayı almak ve çalışmaya devam etmek için kurallara uymanın gerektiği söylenmişti. Kurallara uymak ise dediğim gibi belki ölümü geciktirebilirdi. Ama tamamen tahmin edilemez bir olay sonucu ölmek veya yaşamak işten bile değildi. Söz gelimi yahudilerin kullanımına tahsis edilen bir hastane durduk yere basılıp doktorların ve hastaların bir kısmı öldürülüp bir kısmı hayatta bırakılabilirdi ve bütün bunlar oraya giden SS subayının keyfine bağlıydı.

Krakow'lu 65000 yahudi gettoda, sokakta, çalışırken veya toplama kampında öldürüldü. Kahramanlar meydanı denilen yerde 65 adet sandalye var. Sandalyeler gettonun boşaltılması esnasında meydana çıkarılıp para ve mücevher bulma umuduyla içleri tek tek yarılan mobilyaları temsilen oraya dikilmiş. 65 öldürülen yahudi sayısına ve insanlığın en büyük ve en soğukkanlı katliamının yaşandığı Austwitchz'e uzaklığı (km) temsil ediyor.

Yahudileri anlamak için onların gözünde ve kalbinde Holakostun yerini biraz düşünmek gerekiyor. Holokostu anlatanlara mağdur edebiyatı muamelesi çekmek empati yoksunluğu olsa gerek. Örneğin Roman Polanski, Piyanist filminin yönetmeni annesiyle beraber bu gettoda yaşamış. Küçük bir çocukken annesinin Holokost'a maruz kaldığını görmüş, her nasılsa kendisi oradan kurtulabilmiş. Yaptığı filmlerde veya konuşmalarında kendi hikayesinden hiç bahsetmezmiş. Mağdur edebiyatını en iyi yapabilecek birisinin böyle hassas olmasına neden olan acıyı biraz anlamaya çalışmak ve kendi acılarımızla da yarıştırmamak gerekir diye düşünüyorum. 
                                           schindler's list red ile ilgili görsel sonucu
Son durağımız Oscar Schindler'in fabrikası. Schindler filmde gösterildiği gibi melek bir kahraman değil, önce bunu belirtelim. Daha önce iflas etmiş, para bulurum umuduyla naziler adına çekoslovakyada casusluk yaparken yakalanmış ve idama mahkum edilmiş. Naziler Çekyayı işgal ederek kendisine iyilik yapmış. O da yeni bir işe atılarak Yahudileri sömürebilceği Krakow'a gelir. Güzel kazançlar elde ettikten sonra savaş tersine dönünce Yahudileri o meşhur listesine alıp fabrikasında iş imkanı sağlar. Böylece savaş sonunda binin üzerinde kişinin kurtulşunda önemli rol oynamıştır. Schindler'in karakteri tartışma konusu olabilir ancak sonuçta bir insanın hayatının bile ne kadar değerli olduğu ortadayken onun yaptığı işin yüceliğini böyle zedelemek doğru mu bilmiyorum. Schindler kendi çıkarı için de yapmış olsa, birilerin hayatını değiştirdi ve ona minnettar olan çok insan var.

Bunların dışında Kazimierz günümüzde lezzetli yemekler yapan restoranların ve daima hareketli pubların bulunduğu, kararınca turistin gezdiği, meydanında zapiekanki atıştırabileceğiniz tarihi cidden soluyabileceğiniz bir mekan. Krakow'a gelmişken burayı görmeden gitmek büyük eksiklik olacaktır. Ben kendi üzerime düşeni yaparak önce Kazimierz'i gezip gerekli bilgileri aldım, öğrendim. Bunları bir yahudi çay bahçesinde egzotik çin çayı içerken yazıya geçirerek insanlığıa olan borcumu da ödedim. Olur da Kazimierz'e gider ve bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrı gösterirseniz bir teşekkürünüzü alırım.



Wednesday 11 March 2015

Eksik Bir Giriş

Fikir yolculuğumuza devam ederken karşımıza gelmiş geçmiş en önemli sistemlerden biri çıkıyor. Dünyayı sarsan teorisinin yanında eylemci yapısıyla Marksizm. Her ne kadar kimileri Soğuk Savaş'ın bitmesiyle tarihin sonunu ilan etmiş olsa da koskoca bir düşünce sistemi karşımızda duruyor. Marksizme Giriş işte hem merak hem de marksist bir arkadaşın ısrarı sayesinde ele alındı, okundu. 

Ernest Mandel, Marksizm'in 20.yüzyıldaki önemli teorisyenlerinden kabul ediliyor. Genç yaşlarında sosyalist hareketlere katılan Mandel, Nazilere karşı mücadele ederken toplama kamplarına gönderilmiş. Eylemci ve teorisyen kişiliğinin yanında eğitmenlik de yapmış. Marksizme Giriş'i de uzun yıllar süren eğitimlerin verdiği tecrübenin bir ürünü olarak sunuyor.

Daha önce yine önemli sosyalistlerden olan Leo Huberman'ın 'Feodal Toplumdan 20.yüzyıla' kitabını okumuştum. Tarihi sosyalist bakış açısıyla yansıtan eser gördüğüm en güzel kapitalizm eleştirilerini üstelik muzip bir dille yapmayı başarıyordu. Mandel de aynı yöntem ile sınıfların nasıl ortaya çıktığını, eşitsizliklerin nerede ve nasıl başladığını ele alıyor. Tarım toplumunun oluşturduğu feodal düzeni sınıflar üzerinde etkisini anlatıyor. Fakat burada marksizmde ele alınan Asya tipi üretimden bahsetmemesi bana göre sınıf kavramının dahi iyi anlaşılmasının önüne geçiyor. Madem feodalite yok nasıl bir efendi bey ilişkisi veya sınıf sistemi var? Dolayısıyla burada Batı ekseninde kalındığını söyleyebiliriz. 

Feodalizm devrimlerle paramparça olur. Fransız Devrimini sanayi devrimi takip eder. Aristokrasiye karşı savaş kazanılmışken burjuva sınıfı öne çıkar. Sanayi devrimi köylüyü topraksız bırakır, mahsülünü değersiz kılar. Makineleşme çılgın bir hız kazanır. Böylece üretim aletleri işçinin elinden alınmış olur. Geriye satılacak tek şey kalır: emek. Ve modern proletya şu sözlerle tanımlanır: "Aralarında bir çoğu sırtlarında karılarının ve çok sayıda çocuğunun yükünü taşıyan ve elleriyle yapacakları işle kazandıklarından başka hiçbir şeye sahip olmayan yoksul ve muhtaç insanlar"

Ezilmekte olan kitlelerin yanında kimse yer almaz. Mandel'e göre her sınıflı toplumda hakim ideoloji, hakim sınıfın ideolojisidir. Gerçekten de bu çağın modası liberal doktrinlerdir. J.S. Mill'den Adam Smith'e kadar teorisyenler kalem oynatmaktayken ezilenlerin öfkesi Marksizmde kağıda dökülür. Sefalet ve fakirlik içinde yaşayanlara umut dağıtan bir düşünce sistemi vardır artık. Kapitalizmin ve sermaye sahiplerinin üzerinde Marks'ın deyişiyle bir hayalet dolaşmaktadır. Ancak işler beklenildiği gibi gitmez. İşçi hareketleri Avrupa'nın kapitalist ülkelerinde başarı kazanamadan dünya savaşı patlak verir. Ardından umulmadık bir yere, sanayisini tamamlamamış bu yüzden proleter sınıfın ve bilincin oturmadığı Rusya'ya, komünizm gelir. Kitap bu kısımlarda tarihi olaylar çerçevesinde komünist teoriyi anlatmaktadır. Bana kalırsa böylece teori ve prtaiğin ne ölçüde benzerlik gösterdiğini görmüş oluyoruz. 

Bolşevik Devriminin mimarı Lenin'in ardından gelen Stalin'e yazar ağır eleştiriler yöneltiyor. Daha sonra anlıyoruz ki Mandel bir Troçkist. Aynı düşünce sistemi içinde farklı yöntemler öngören iki farklı akım, belki mezhep diyebiliriz. Stalinizm, komünist sistemin geri bir ülkede doğmuş olmasının sonucunda proleteryanın gücünü kaybedip egemenliğini yeni bir imtiyazlı gruba yani bürokrasiye bırakması gerçeğinin ideolojik yüzü olmuş. Bu sınıf yozlaşmış bir devlet yapısı ortaya çıkarmış. Ayrıca devlet baskısıyla komünist sistemin ihraç edileceği ileri sürülmüş. Kitabın yazıldığı yıllarda henüz güçlü bir devlet olsa da SSCB'nin sonu malum. Troçkizm ise daha dipten hareketin taraftarı olup açık toplum isteğini öne çıkartıyor. İslami hareketlerde de yöntem kavgası çok yapılır, bu açıdan ilginç bir benzerlik olarak görüyorum.

Kitap diyalektik felsefenin açıklanmasıyla sona eriyor. Şurası eğlenceli ki yazar, kendisinin itiraf ettiği üzere, eğitim tecrübelerinin bir sonucu olarak genç militanları sıkmak istememiş ve zor, felsefi bir konuyu en sona bırakmış. 

Bende bıraktığı izlenim giriş kitabı olması sebebiyle kapitalizmi iyice eleştirip sosyalist düzene hafif dokunuşlar yapması oldu. Zaten bana kafa karıştırıcı gözüken bu. Eleştirme, yerme konusunda müthiş başarılı olan Marksistler yerine konulacak sistemi fazla irdelemiyorlar. Hakim sınıfın değişmesi ve ardından proleter diktatörlük ve sınıfsız toplum dönemi hepsi bu. Ekonomiden iktisattan zaman bulup hayatın geri kalanını anlatmıyorlar. Bu kitap beni bu yönüyle tatmin etmedi ama yine de büyük bir düşünce sistemini bir giriş kitabı ile hemen mahkum etmeyelim.

Marksizme Giriş, Ernest Mandel
Yazın Yayınları, 265 sayfa

Sunday 7 December 2014

Yalnızız Hiç Olmadığımız Kadar







Dertlerle kavrulmuş günlerde Yalnızız'ı elime aldığımda fark ediyorum ki, insanın kendi ile mücadele ettiği zamanlarda ruhunun derinliklerine inecek bir fikre, bir duyguya ihtiyacı vardır. Bu anlar da daha çok yalnızlık anlarımızdır. Yazarın dediği gibi "bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarınız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz -çünkü bak 'kendi' var içimizde- birbirine karşı yalnızdır."Fikir ihtilafları arasında gidip gelen, tereddütlerde boğulan insanların romanı, herkesin romanıdır.

Peyami Safa'nın olgunluk eserinin listemde sonraya bırakarak çok doğru bir iş yapmış oldum. Eserlerinde uyumluluk benzer konuları farklı karakterler farklı psikolojiler üzerinden ele alması onun bir özelliği. Ama bu ısrar ustalığa giden yolu açmış. Peyami Safa'nın bütün romanlarının ismine Bir Tereddüdün Romanı denilebilir diye okumuştum ki son derece haklı. Karakterlerin gel-gitleri, içlerine düşen şüpheler, kuvvetlice arzulanan şeylerin yanında vazgeçmekten duyulan korku ana temaları oluşturuyor. Düşündüğümüz zaman hayatın bir teması varsa onlar da aldığımız kararlardır ki hangi birinde şüpheye düşmüyoruz? 

Yalnızız, 1951 yılında yazılmış. Gelenekten ayrılıp batılılaşmaya adım atan her toplumun çektiği  sancılı bir dönem var.  Toplumun tereddütü bireylere de yansımış: geçmişten kopmaya korkmak; ama aynı zamanda vaatkâr yeni dünyalara gitme, dönüşme isteği arasında sıkışıp kalmışlık. Roman temelini  çelişkilerden alıyor: İstanbul'a karşı Paris, muhafazakarlığa karşı modernlik gibi. 

Peyami Safa, akıp giden cümlelerden oluşturduğu üslupla derinlemesine ruh çözümlemeleri yapıyor, kendi yaşam felsefesini Samim'in yaptığı gözlemler ve yazdığı Simeranya ütopyasında tasvir ediyor. Her karakterin bir şeyler arasında sıkışıp kalmış durumda. İlk bölümün konusu olan Selmin bağımsızlığını kazanma arzusunda, iç isyanlarının yönlendirmesiyle hareket ediyor. Yalanlara başvurup, oyun kurmaktan çekinmiyor. Besim, manevi duygulardan sıyrılmış, zevklerine göre yaşayan dönemin kendini boşlukta hisseden gençliğini yansıtıyor. Selmin'in annesi Mefharat, hayatını başkalarının diline göre şekillendiren, sevgisini sinirli ve evhamlı hali yüzünden ortaya çıkaramayan dul bir kadın. Kendi kardeşlerinden dahi şüphelenecek kadar ileri giden bir ruh haline sahip.

İkinci bölüm Samim'in sevgilisi Meral üzerinden ilerliyor. Meral çelişkilerin en çok buluştuğu karakter olarak karşımıza çıkıyor. Lise arkadaşı Feriha'nın etkisiyle, ailesi ve Samim ile yaşadıkları yüzünden Paris'e gitme arzusu içinde. Paris bir sembol, bir hayal. Tanzimattan bu yana, kaçılıp gidilecek, hayallerin gerçekleştirileceği modernitenin büyülü şehri. Her tereddütün bir ucu ona bağlı. Toplumu bir sembol olarak etkilemiş ikinci bir şehir daha yoktur. Meral, araftakilerin en canlı örneğini oluşturuyor. Kendini bir karar vermek için yiyip bitiriyor, sinirleniyor, kızıyor bazen çok mutlu oluyor. Duygu hezeyanları yaşaması, onun dengesiz bir kişiliğe sahip olarak boşlukta sallanmasına sebep oluyor. Her ne kararı alırsa ondan pişman olacak, yaşamı boyunca o pişmanlığı gölge gibi peşinden sürükleyecek. Bu yüzden düşünüyor yokluğu, var olmak için araması gerekenin yokluk olduğuna inanıyor. Bu his onu yalnızlığa itiyor: kendi kendimden nefretimin çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım. Samim'in sahip olduğu muhteşem gözlem gücü onu realist yapmıyor. Gerçeğin verdiği acı onu kendi yarattığı ütopyasına götürüyor. Kaçıyor yani, kaçan insan yalnızdır, ayırmıştır kendini. Kendinden kaçanlar vardır bir de yalnızlığın son noktasında.

Yalnız insanların romanı, maddi gerçekliğin yetmediğini, ruhun beslenmediğinde iflas ettiğini fısıldıyor. Mükemmel psikoljik çözümlemeler ile bezenmiş kitap yaşam felsefesine dönük aforizmalar sunmaktan çekinmiyor. Yalnızlığın yalınlığı, insan ruhunu uyarırken, aklı da başka zaman olmadığı kadar düşünmeye zorluyor. 


Onlar affetseler bile ben isyan ediyorum kendime. Ben tahammül etmiyorum. Ben kendimi cezalandırmakta herkesten daha adil ve daha kuvvetli olmak istiyorum.

İnsanın en kolay aldatabildiği budala kendi kendisidir.

Aşk iki kin arası bir mütarekedir.

Yalnızız, Peyami Safa

Ötüken Neşriyat, 443 sayfa

Wednesday 26 November 2014

Nolan'dan Uzaya Selamlarla


Yılın son demlerinde güzel filmlerin bir bir çıkmasıyla beraber soguk kis aksamlari sinema keyfi yapilarak doldurulur. Üstelik sıkı bir vize haftasını atlatmış olmak bu fikri daha çekici kılar. Vizyondakilere bakarken Christopher Nolan ismini afiste görmemle bilim kurguya cok da ilgili olmama karşın, tereddüt etmeden Interstellar’a gitmeye karar veriyorum.


Bizi daha önce ilizyonistler arası çatışmadan ruyalar alemine,oradan da distopik dünyanın fantastik karakterlerinin yanına taşımış olan Nolan, bu sefer daha büyük bir işe girişiyor. Dünyanin yaşanmaz hale gelmesiyle insan neslinin devamı icin artik yeni yerler bulmak gerekmektedir. Bunun için çalısmalar yapan NASA Saturn yakınlarındaki bir solucan deliğinden başka bir galaksiye geçişin mümkün oldugunu gözlemler. Ya yeni bir dunya bulacaklardir, ya da yasli gezegende açlık icinde oleceklerdir. Eski bir NASA pilotu olup ailesiyle çiftçilik yapan Cooper sonsuza yolculuk yapacak ekipin içine gözü yaşlı kızını bırakarak dahil olur. Aslinda nereye gideceklerini yolun ne kadar surecegini bilmemektelerdir ancak uzayin gizemi ve yasayacak yeni bir yer arzusu onlari icine çekmektedir. 


Bilim kurgunun sınırlarında, kuantum fizigi etrafinda dolasan senaryo, insanoğlunun hayal gucunun nereye gidebileceginin bir gostergesi. A planı yaşamaya uygun bir yer bulup insanlığı oraya taşımak, işler kötü giderse devreye girecek B planı ise gidilen yerde bir koloni kurup turun devamini orada saglama fikrine dayanıyor. Bir sonraki adımın atılmış insanlığın attığı en harika olan olması isteniyor. 


Mekiğe binilip ıssız ve sonsuz sessizliğin içinde ilerleme başlar. Aylar sürecek bir yol var, tabi ki bunun üç saatlik bir filmde kısa gösterilmesi normal. Ancak Solucan Deliğine kadar ekibin gündelik yaşamından çok az bilgi alıyoruz. Robotlara insani duygular eklemek gibi orijinalliklerin yanında Sanki karakterlerin insaniyeti azalmış gibi. Delikten geçilir ve ilk gezegen, hayat kaynağı su oradadır. Ancak sadece deniz ve kocaman dalgalar bu gezegeni de yaşanmaz kılmakta. Ekip bir kişiyi feda etmiş olarak gemiye döndüğünde göreceli zamandan ötürü tam 23 sene geçmiştir. Gemide kalan arkadaşları yaşlanmış, dünyadaki çocuklar büyümüşlerdir. Bir saat içinde insan ömrünün bu kadar değişeceğini hayal etmek güç. Ardından ikinci gezegen, sadece kardan ve buzdan. Yıllar önce oraya keşif için giden astronot hala hayattadır. Ancak öğreniyoruz ki sadece kendisini kurtarmaları için gezegende yaşam olduğu sinyallerini göndermiş. Uzay da galaksiler de insana yeterli gelmiyor ki bir Habil Kabil kavgasına şahit oluyoruz. Buradan da bir şekilde kurtulan ekibimiz de yalnız Cooper ve Brand kalmıştır. Yeni hedef zaman kırılmasının tam anlamıyla yaşanacağı, arkasında ne olduğu bilinmeyen olay ufku. Cooper robotlar dahil tüm ekibi yolda feda ederek sonuca gider. Düştüğü yer beşinci boyuttur, burada zaman ve mekan kavramı kaybolmuştur. Böylece başlangıçtaki olaylara müdahale imkanı oradan da dünyayı kurtarma imkanı doğar. Sonuç olarak mutlu son ile Satürn yakınlarında yeni bir hayat başlar. İnsanoğlu kurtulmuştur.


Bilim kurgunun, fiziğin içine girdiği halde zamanı ve mekanı aşan tek kudretin sevgi olduğu alt metnini içeren film, her ne kadar insani çabalara girişmiş olsa da bu konuda yavanlığı aşamıyor. Cooper ile kızı ve yine Dr. Brand ve babasının sevgisi ya da Dr. Brand in başka gezegende hapsolan sevdiceği arasındaki ilişkiler hiç de güçlü bir örgüye sahip değil. Sadece Cooper'ı canlandıran Matthew McConaughey'in oyunculuğu bu mevzuyu koparmaya yetmiyor. Öte yandan film bizden çok fazla kabullenme istiyor. Dünyanın neden o halde olduğuna dair bilgimiz yok. Cooper'ın kızının neden çok zeki olduğunu gösteren bir şey olmadığı gibi. Yine film her ne kadar hayalgücünün zorlanmasıyla ortaya çıkmış olduğunu kabul etsek de net bir son ortaya koymaya çalışması beni biraz rahatsız etti. Beşinci boyuta kadar gidilmişken sonrasını seyirciye bırakmak daha zengin duyguların oluşmasını sağlayabilirdi. Tabi Nolan'ın nasıl bir Satürn hayal ettiğini görmek yine de ilginçti. Senaryodaki zayıflıklara karşın güçlü görsel şölen var karşımızda. Sinema atmosferinin oluşturabileceği etkiler sonuna kadar kullanılmış. Sözgelimi, uzayın ıssılığında süzülen geminin bir karadeliğe sürüklenmesi veya hızlı bir kalkış yapması sizi o geminin içinde hissettiriyor. Bunda Hans Zimmer'in yaptığı müziğin payı da oldukça büyük. Başrol oyuncusu mükemmel bir performans sergilemiş,özellikle çocuklarının videosunu izlediği bölüm etkileyiciydi. 


Sonuç olarak her ne kadar kurguda ve senaryoda tam oturmayan bir şeyler olduğu hissini veriyorsa da Interstellar konusuyla, çekimiyle, oluşturduğu atmosferle izleyiciyi pek çok yönden etkilemeyi başarıyor. Bu yüzden çekilmiş en iyi filmler kategorisinde yer almasına şaşmamak lazım. Son söz olarak filme gerek popülerliğinden gerekse de Nolan tarafından çekilmesi  yüzünden burun kıvıran eleştirmenler var. Nolan'ı popüler olması yzünden eleştirmek bana anlamsız geliyor, ancak onun da Dark Knight Rises ile birlikte irtifa kaybettiğini filmlerinin kurgusunda ve fikir işçiliğinde zayıflama olduğu konusunda ben de hemfikirim. Yine de unutmamak gerekir ki işini saygıyla ve emek vererek yapan bir yönetmene aynı saygıyı göstermek gerek. 

Monday 28 April 2014

Bir Sükut-u Hayal Hikayesi



Günümüzde hala sürmekte olan İslamcılığın bitip bitmediği, başarısız olup olmadığı tartışmalarını 90 lı yılların başında, fransız araştırmacı-yazar prof. Olivier roy'un yazdığı Siyasal İslam'ın İflası adlı kitap önemli ölçüde hızlandırmıştır. Roy kitabını uzun yıllar türkiye'den iran'a, suudilerden afganistan, pakistan, cezayir ve türki cumhuriyetlere uzanan müslüman coğrafyalarda yaptığı gözlemler neticesinde oluşturmuş. Röportajlarında, ilham ve başvuru kaynaklarının Kuran ve hadisler olmadığını buna karşın İslam'ı bir din olduğu kadar siyasi bir ideoloji olarak da gören siyasal İslamcıların eserlerinden edindiği bilgilerin ışığında sonuçlar çıkardığını vurguluyor. Oliver Roy, birçokları gibi İslam’ı, siyasal bir ideoloji olarak algılayan çağdaş İslami hareketleri “İslamcılık” olarak adlandırmaktadır. 

Türkiye'de de pek çok muadilinin hemfikir olduğu üzere İslamcılığı modern çağların ürünü olan modernist bir ideoloji olarak gören Roy, kitabında incelediği siyasal islam sisteminin iflas ettiğini daha en başta söylüyor ve kitabı bunun nedenlerini araştırma yoluna sokuyor. Yazara göre düşünsel altyapının sağlam olmaması ve içinden çıktığı modernizim kötü kopyası olması başarısızlığın temellerinde yatan en önemli etken. Kitap bölümler halinde İslamcıların, siyasi sisteme, iktisat politikalarına, birey-devlet ilişkilerine bakış açılarını yansıtıyor ve düşünsel temellerini irdeliyor. Bunları gerek Müslüman Kardeşler hareketinden gerek İran İslam Devriminden gerekse de Afganistandaki cihatçı yapılardan verdiği örneklerle destekliyor. 

Genel olarak deneyimlerin başarısızlıkla sonuçlandığını söylese de islamcıların zafer kazandığı alanlar olarak yalnızca medeni hukuk ve infaz sisteminde yapılan düzenlemeleri örnek gösteriyor. Buna karşın, özellikle İran'daki rejimi ele aldığı bölümde anayasanın siyasal islam sisteminde nasıl yer aldığını tartışmaya açıyor. Şüphesiz ki bu tartışmalar laik-devlet ve şeriat hukukunun uygulanması konularında ufuk açıcı düzeydedir. Roy, ekonomi konusunda İslamcıların kapialist olmayacağını bu sebeple söylem düzeyinde yönelişin sosyalizan olduğu iddiasında bulunuyor. Ayrıca fazin haram olmasından hareketle girişilen diğer yolların ne derece meşru sonuçlar doğurduğu sorusunu inceliyor. Ve o dönemden bir kehanette bulunuyor: gelecekteki hükümetlerin karşısıa çıkacak alternatifler ya kara borsayla dengelenen sosyalizan bir devletçilik ya da İslami Bankalar perdesi altında batı reçeteleri izleyen liberal yeni muhafazakarlıktır.

Roy'un vurgu yaptığı noktalardan biri önemli bir siyasi yöntem tartışması. Buna göre İslami yapılar arasında önce bireyin mi yoksa devlet ve siyasi aygıtların mı İslamlaştılacağı konusunda ayrılmalar mevcut. İslamcılara göre islami tplum ancak siyaset yoluyla mümkün ancak kurumlar bireylerin erdemine dayanarak işler, erdem ise islami toplum olursa mümkün olur. Bu daire içerisinde dolanılmaktadır. Ancak Roy' un göstermek istediği bireysel erdem temelinde yükselen siyasetin iktidarın elde edilmesinden sonra yozlaşmasıdır. Yani bir bakıma  Mordor'un yüzüğü misali, devlet ele geçirilmek istenirken devletin hareketleri kontrol altına almasıdır. Bu yozlaşma, amaçlanan hedeften doğal olarak savrulmayı meydana getiriyor.

Kitabın son bölümünde ise iktidarın elde ediliş yönleri bakımndan ayrım yapılarak Afgan ve İran örnekleri yakından inceleniyor. Özellikle iran rejimi hakkındaki şii gettosuna kapanma eleştirilerinin bugüne bakan pek çok yönü var.

Roy, yarınların soluk yüzü adlandırmasıyla gelecek için karanlık bir tablo çiziyor. islamcı hareketlerin batıya duyulan kin ve hsumetle beslendiğini, nefret retoriğini kullanıp taraftar topladıklarını ancak ortaya yeni bir topum modeli koymadıklarını ifade ediyor, ona göre islam toplumları tüketim kültürünün esareti altında ve üretken bir kültür anlayışı olmadığından batının hücumları karşısında kendi sosyal zeminleri zayıf kalıyor. Siyasalbağlamda ise islamcı düşüncenin söylem olarak birlikten ve tevhidden bahsetmesine karşılık hiçbir zaman islami enternasyonalin kurulamadığını ve hatta batı dan gelen etnik milliyetçiliğin , ulus-devlet anlayışının ve mezhepçiliğin siyasi arenada daha ön planda olduğu gerçeğini vurguluyor. Yani islami milliyetçilik panislamisme ağır  basıyor. Yazarın acı ifadesine göre tüm bu sorunları görmezden gelen bu yapılar şeytanını başka yerde ararken içlerinde taşıdıkları çölü göremiyorlar.

Şüphesiz ki 92 den bu yana ekonmik, sosyal, siyasal dengeler akıl almaz ölçüde değişti ve bu kitabı okurken ve incelerken anakronizm tuzağına düşme tehlikesi var. Ancak bir hareketin evrimini görmek, tarihin bir kesitindeki fikriyatı gözlemlemek günümüz gelişmelerini anlamak ve geleceğe ilişkin bir yön çizmek için ufuk açıcı olabilir. Yazıldığı zaman önemli tartışmalar yaratan bu kitabı halen daha değerli kılan da bu yönü olsa gerek.


Olivier roy
Metis yayınları 
262 sayfa

Wednesday 16 April 2014

City Ligths: Biraz Şehir Biraz Hayat


                        


Bu yazının kaleme alınışından tam 87 yıl önce çekilmiş bir film, ortalama bir insan ömründen daha uzun bir zaman dilimi demek bu. Aradan geçen onca süre ve akıl almaz derecede gelişen film endüstrisi onun bir klasik olarak değerlendirilmesine engel değil. Hatta başta bizim Yeşilçam sineması olmak üzere pek çok sinema akımının öncülüğünü yapma görevi üstlenmiş bir filmdir City Lights.

Kendi halinde iyiniyetli bir sokak serserisi olan Şarlo, klasikleşmiş ve filmden bağımsız olsa da güleceğimiz sahnelerinden biriyle seyirciye merhaba diyor. Daha sonra sokakta çiçek satan kör ve zavallı bir kızdan son parasıyla çiçek alan şarlo, alımlı kızın zarifliğine ve aciz güzelliğine vurulur. Romantik hayallerle bir gece deniz kıyısına inmişken intihar etmek isteyen alkolik bir adamın hayatını kurtarır ve dost olurlar. Şarlo, bu zengin arkadaşıyla mekandan mekana girer, partiden partiye koşar. Başına gelmedik kalmaz çünkü arkadaşı alkolün tesirinden kurtulunca bizim Şarlo'yu  tanımamaktadır. Bu arada aşkının da peşinden gider ve verdiği zengin beyefendi imajıyla çiçekçi kızın da gönlüne girmeyi başarır. Ancak kızın kirayı dahi ödeyemeyecek denli fakir olduğunu ve gözlerinin açılması için paraya ihtiyaç duyduğunu öğrenir. Bu parayı bulmak için varını yoğunu ortaya koyar. Sonunda muradına erer, yıllar sonra da birbirlerini bulurlar. Burada konan her noktanın sonuna klasik Şarlo sahnelerini eklediğimizde işte bize bir Charlie Chaplin başyapıtı.

1931 yılında yükselen sesli film yapma dalgasına uymayan, siyah-beyaz çekilmiş, Yeşilçam sinemamızın gerek konu, gerek espri bakımından en yüce ilham kaynağı City Lights'dır. Oyuncuların seslerinin olmaması onların ancak müthiş bir oyunculuk sergileyerek filmi kotarmalarına ön ayak olmuş. Ki bunun için çokça uğraşılmış. Örneğin; kör kızın zengin birine çiçek satışı hissiyatını tam olarak yansıtmasını isteyen chaplin, bu sahneyi tam 342 defa tekrar çekmiştir. Zaten filmi izlenir kılan da ilk insandan bugüne kadar değişmeyen ve değişmeyecek olan insani duygularımıza hitap ediyor olmasıdır. Chaplin'in o şaşkın, pak ve doğal olan aşkı için yaptıklarını yansıtışı, espri değerini şu an için yüksek göremeyemeceğimiz belki zeka oyunları yapmaktan uzak ama bütün o safiyane ve naif tavrıyla izleyiciyi güldüren sahneler, gülümseten ama asla bıktırmayan tekrarlar onu halen daha izlettirmektedir. Hem 30'ların ortamını görüyoruz ki, bu şehrin şapka takan, smokin giyen insanlarını izlemek, yoldan geçip giden direksiyonu sağda klasik arabaları seyretmek, nazik davranışlarla dolu ilişkilere imrenmek demektir. 

Şarlo'nun yaptığı absürtlükler, onda hiçbir şekilde sırıtmıyor ve aslında bir nevi hayatın yansıması olarak ele alabiliriz bunu. Yaptığımız pek çok eylemde, duyduğumuz hislerde sonradan gördüğümüz absürtlükler bize ilk balışta doğal gelir ve zaten öyledir de. Ama sonra onu nesnel incelediğimizde gördüğümüz bir komedidir ve onu kendimize yakıştıramayız. İşte bu yüzden Şarlo da, City Lights da hayatın yansımasıdır, absürt ve komiktir, ayrıca dramatik ve onları klasik kılan da budur.





Buda ve Peşte

Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri boyunca kurulmuş olan, tarih boyunca işgal edilmiş ancak bu sayede farklı kültür ve medeniyetlerin z...